ÖRDEKLERDE ÇİPUMA HASTALIĞINDAN KARBÜRATÖRDE JİKLE AYARINA KADAR HER KONUDA HUYSUZLANABİLME YETİ'SİNE SAHİP BİR ŞAHIS. ONEMLİ YANİ...

Pazartesi, Ağustos 15, 2005

Petek Dinçöz Özel Sayısı

+ Kadıköy meydanında bir afiş “BİR İMZA’DA SEN VER KIBRIS TÜRK KALSIN” İmza Hukukçular Birliği...

Hadi aslında ayrı yazılması gereken “–da” ekinin bir kesme işareti marifeti ile ayrılmaya çalışılmasını sempati ile karşılayalım ama...

Nasıl yani? BM’den Kofi Annan, ABD’den Bush, AB’den dönem başkanı kimse, bize “şu kadar imza toplayın Kıbrıs sizde kalsın” diye bir söz mü verdi?

Arkadaşlar, yoldaşlar, Romalılar..Sevgili site sakinleri (veya site coşkunları)...

Yapmayın, etmeyin...Her zaman söylemişimdir, eğer bu işler imza toplamakla olsaydı şu anda beni evde sevgili eşim yerine Carmen Electra veya Charlise Theron (hangisi müsaitse) bekliyor olurdu...Kaç milyon imza gerekiyorsa toplarım...

+Petek Dinçöz’ü her yönü ile takdir ettiğim gerçeği, arkadaşlarım arasında bir komedi unsuru olarak algılanıyor. Bu Çarşamba, arkadaşlara şu mesajı gönderdim :
---------------------------------
Sabah sabah Petek Dinçöz ve benim ona hislerimi okumak sizi ne kadar eğlendirir bilmiyorum ama ben dün akşam ve bu sabah çok eğlendim (yanlış anlaşılmasın gece bişi olmadı)

Önce bu sabah :

PD'nin "Doktor Tavsiyesi" klibini ilk defa bu sabah baştan sona izledim. Mükemmel klip, çekimler, renkler, giysiler, PD, şarkı ama özellikle şarkının sözleri, tapılası felsefe içeriyor

Sana verdiğim tavizlerin
Yarısını kendime verseydim
Hiç bir derdim kalmazdı benim
Senin kadar kendimi sevseydim

(Narsist olmayı beceremeyen insanların içine düştüğü durumun felsefi açıklaması)

Süpürge ettim saçlarımı
Kabullendim suçlarını
Yerine ben içtim, sakinleştim
İçmediğin ilaçlarını

(“Fedakarlığın bu kadarı da olur mu yau?” dedirten bir hareket)

Hasta ettin sen beni hasta
Hasta olan sendin aslında
Yeni reçeteme seni yazmadı doktor
Kullanma diyor onu bir daha asla

(Reçetesiz ilaç kullanımının zararları üzerine eğitici bir kıta)

Dün akşam da Can Tanrıyar'la Can'lı Hayat programına katıldı.

Can'lı Hayat (daha önce seyretmemiştim, PD'nin hatırına oturup seyrettim) ünlüleri konuk edip hayatını anlattırdığı, anlattıklarını da canlandırma sahneleri ile görselleştiren acayip bir program.
Ve artık kabul ettiğim bir başka gerçek de PD, 6 yıldır Can'la birlikte ve hala yolunda giden ilişkileri var...

Arkada boğaz manzarası :

Can: Söyleyin Petek hanım, Can Tanrıyarla nasıl tanıştınız?
PD: Can, sen kafayı mı yedin? Hatırlamıyor musun?
Can:Yaa ben burada sunucuyum, tabii ki bildiğim şeyleri de soracağım..
PD: Haa, tamam o zaman..Anlatayım, bak dinle...

-------

Programın bir yerinde PD diyor ki :

Bak Can, birazdan söyleyeceğim lafları makaslar, montajlar, birşeyler yaparsan yemin ediyorum Çarşamba günü basın toplantısı yapıp herşeyi açıklarım

Can: Yapar mıyız hiç öyle şey?
PD:Yapıyorsunuz, yapıyorsunuuuz...

-----------

Tanışmaları için de Can Tanrıyar muhabirlerden birini PD'ye göndermiş

Animasyon

Muhabir: CT sizinle tanışmak istiyor, Petek abla
PD: CT kim ya, öyle benzin istasyonu markası gibi
Muhabir: Bizim patron ya..Her yerde kulağı olduğu için, biz ona aramızda onun hakkında konuşurken kısaca CT deriz

Sonra röportaj anına dönülüyor

Can:CT ne yaa? Acaba Can Tanrıyar'ın ilk harfleri olabilir mi?
PD: E, bravo Can bey, çok zekisiniz...

Çok güzel bir programdı, çok...Tekrarı olursa kaçırmayın...Devamı da önümüzdeki hafta imiş...
Doktor Tavsiyesi'ne de muhakkak uyun

Bunu gönderdiğim bayan arkadaşlardan “onu nasıl beğeniyorsun?”, “zekasını nasıl kabul edebiliyorsun?”, “o bir estetik cerrahî eser, doğal değil ki?” salvoları başladı.

Teker teker, hanımlar, teker teker...Hepsine yanıt vereceğim

onu nasıl beğeniyorsun?”...Nasıl beğenmem, boy pos onda, işve cilve onda, güzel ona derler...

zekasını nasıl kabul edebiliyorsun?” Kanımın son damlasına kadar inanıyor ve suratım morarana kadar iddia ederim ki kendisi çok zeki, tamamen rol yapıyor rol...Yoksa o gözüken zeka ile bunları başaramazdı...

o bir estetik cerrahî eser, doğal değil ki?”...Daha iyi ya...Bana güzel gözükmek için bıçak altına yatmayı bile kabul etmiş. Böyle bir davranış, takdir edilmez de ne yapılır?

Böyle eleştiren bayanlar sanki saçlarını toplamadan, allık, ruj sürmeden çıkıyorlar dışarıya? Sanki far doğal bir malzeme, dip boya ve perma genlere işlemiş bir organ...

Dikkat edin, bir topluluğa, bayanların “hoppa, hafif, yollu” tabir ettiği bir bayan geldiğinde diğer bayanlar nasıl tedirgin oluyor...Bir rekabet havasına bürünüp, önce o bayanı topluluktan uzaklaştırma çalışıyor, bu olmazsa kendilerine o zamana kadar hiç bakmadıkları gibi bakmaya başlıyorlar. Ya eşler arasında kavgalar çıkıyor, kötü...Ya da kendileri hiç olmadıkları kadar güzelleşiyorlar, iyi...

Demek ki rekabetin daîm olması, biz erkekler için çok avantajlı bir şey...

+Mezun olduğum üniversite tenis şampiyonası düzenliyor :

(...)

BURCOPEN2005 Tenis Turnuvası Başlıyor. 15-28 Ağustos 2005 tarihlerinde gerçekleşecek olan turnuva 30+ tek bayan, 35+ tek erkek, 45+ tek erkek, yeni başlayan bayan ve yeni başlayan erkek kategorilerinde oynanacak.

(...)

Çok hoşuma gitti, bayanlar 35 yaşından sonra tenis oynamayı mı bırakıyor? Turnuvalara katılmaya mı bırakıyor? Yoksa "bu kategoride yarışırsam 35 yaş üstü olduğumu anlarlar" diye mi bayanlarda bu kategori olmuyor?

Belki de Türkiye’de gerçekten 35 yaş üzerinde bayan yok...

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Veya bu sefer açık bırakın, hatta kapatanı kınarım, sonuna kadar açık bırakın belki PD gelir)

Toplumsal Ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun

Pazartesi, Ağustos 08, 2005

Ankara, Ankara Sevimsiz Ankara

+ Ankara’yı sevmem...Seveni de sevmem diyemem ama sevmekte zorlanırım. Askerliğimi orada yapmadan önce de sevmezdim, yaparken de sevmedim. Şimdi de sevmiyorum.
Sevgili Atatürk’ün “Osmanlı mirasından hiçbirşey istemiyoruz. İstanbul olduğu gibi kalsın, biz bozkır’ın ortasında yepyeni bir şehir ve devlet kuracağız” demesinden sonra yıldızı parlamaya çalışmış bir şehir.

Bu avantajını kullanamamış. Veya kullanmış da ancak bu kadar olmuş.
Küçükken hoşuma giderdi Yahya Kemal’in “Ankara’nın bir tek İstanbul’a dönüşünü seviyorum” nüktesi.

“Niye sevmiyorum yau?” diye sorardım kendime. İlkokulda, güya Ankara’yı sevmek için öğretilen bir şarkı yüzünden olabilir mi?

Ankara, Ankara, güzel AnkaraSeni görmek ister her bahtı kara

E, buyurun bakalım? Neymiş? Bahtı karalar Ankara’yı görmek istermiş. Veya öteki taraftan
Ankara’yı bahtı karalar görmek istermiş.

Hiç eğlenmek isteyenler, içi yaşam sevinci dolu olanlar, sevgili ile elele dolaşmak isteyenler Ankara’yı görmek ister diyor mu? Demiyor.

E, ben de bahtı kara olmadığıma göre ne isteyeceğim Ankara’yı görmek?

Ama esas güzel açıklama Kürşat Başar’dan gelmiş :

(...)
Bu kentin simgesinin Rasat Tepe’deki o soğuk anıt-mezar olması bana hep derin bir hüzün veriyor artık.

Keşke, yaşamdan sonra sonsuz bir hayat bekleyen eski firavunların geleneğini izlemek yerine, O’nun burada, yepyeni bir ülkenin umutlarını taşıdığı günlerdeki alçakgönüllü, sıcak evini korusaydık, ölümü değil de hayatı bu kentin simgesi yapsaydık. Ve keşke, bütün bu evlerden O’nun gibi pek çok insan çıkabileceğine inansaydık

Evet artık Ankara’yı sevmiyorum. Zaten yıllardır hiç gitmedim
(...)

Helal olsun, güzel yazmış Kürşat. Yeni bir madde açmadan kitabı da, Kürşat’ı da öveyim. Kitabı bir bayan dergisindeki röportaja verdiği akıllı cevaplarla sevdim (Evet Emre bayan parfümü kullanıyor, ben de bayan dergileri okuyorum. Ne olmuş? Bayanlar başka türlü anlaşılmaz ki)
“Başucumda Müzik”, kadın gözü ve bakış açısından anlatılan bir roman.
Röportajda bayan röportör “Kadın gözünden çok iyi anlatmışsınız” deyince “evet, bütün foyanız ortaya çıktı bayanlar” diyor Kürşat, gülümseyerek (bilmiyorum ama gülümsemiştir muhakkak)

- Esas sizin bir foyanız ortaya çıktı, meğer kadını anlıyormuşsunuz

- Evet anlıyoruz ama anlamıyormuş gibi yapmak daha çok hoşumuza gidiyor, daha çok işimize geliyor

Alın okuyun, isterseniz röportajı da okuyun ama esas kitabı. Hatta yakında CD’si de çıkacakmış.
Kürşat, (nasıl bu kadar samimi oldum da adı ile hitap ediyorum bilmiyorum, o da bana HOY desin ne olmuş yani?) “kitabı yazarken hep müzik dinledim, istiyorum ki okuyucu da okurken dinlesin bunları, kimi çok tanıdık, kimi hiç bilmedikleri, bilemeyecekleri şarkılar var” diyor.
Kitap tanıtımı için bu kadar yeter. Özellikle “sevilmeyesi Ankara” maddesine sıkışmış hali ile çok bile.

Kürşat’ın kendi yazdığı

Senden ayrı olduğum bir tek an yok,Çok uzaklarda olsan bile

diye başlayan bir şiir/şarkısı da var ama onu da kitaptan devam edin artık

+Yukarı bir baktım da Kürşat Başar sayesinde Ankara maddesi bütün yazıyı kaplayacak kadar uzamış. İşte, Ankara’yı sevmemek için bir neden daha.

Ama yazıyı bitirmeden sevimli Ebru Çapa’nın (o da bayan huysuzlar arasında bir ekoldür. Kendisini bizim sitede “huysuz baldız” adı ile yazmaya ikna edemedim) Türkçe’ye yaptığı hoş bir katkı için kutlamak istiyoruz... Yani ben ve Dilim Derneği...

(...)

“Türkiye’nin en güzel kadını benim” şeklindeki, insana “Eyvah II. Hülya Avşar vak’ası geliyor” paniği yaşatan beyanatları mıdır, Pop Star dönemindeki başöğretmen tavırları mıdır; aralarda bir yerde fena halde Deniz Seki antipatizanı olmuş çıkmışım.

(...)

antipatizan...ne güzel bir uydurma laf yau...

Bir de Deniz Seki’nin Masal klibine yazdığı başköşe edilesi lafları :

(...)

Seksi klip ile “erotik olmaya çalışıyorduk, ölçüyü tutturamadık, paçoz olduk, yalan olduk klibi” arasında fark sorulacak olsa rahatlıkla parmakla gösterilebilir yani.
Bak şu, şu, şu, şu, paçoz; nah a Masal seksi diye...

(...)

Bu arada seksi klip deyince Gülşen’in Britney Spears klibinden apartılan Sarışınım’ı görmeden yayından kalktı. Wmv, mpg vb. formatta hali olanlar huysuzortayasli@gmail.com adresine atarlarsa kendilerine müteşşekir olurum.

Bir başka bu arada, Pakize Suda ölçüyü kaçırmış bugünkü mış-muş’un da (huysuzvelet olsa, “bak gene haftalık yazıda “bugün” dedi, yahu okuyucu bunu ne zaman okuyacak belli değil ki” diye huysuzluk ederdi.

Rus’un yediği içtiği Türk malıymış...E, her şey karşılıklı; bizim de yattığımız kalktığımız Rus malı
Siz kime mal diyorsunuz, hamfendi? Ayıp olmuyor mu?

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Hele kapı Ankara yönünde ise tamamen kapatın. Kilitleyin. Anahtarı isteyeni de kınayın)

Toplumsal Ahlakın Sopası Üzerinize Olsun.

Çarşamba, Ağustos 03, 2005

Koşun...Mine Kırıkkanat'ı linç ediyorlar !

Mine Kırıkkanat ekteki yazıyı yazdı ve her kesimden linç girişimler başladı..Yazıyı aşağıda okursunuz ama ben önce huysuzlanmamı yapayım :

Yoook arkadaş yok kitle faşizmine yedirmem ben Kırıkkanat'ımı....Nedir kardeşim? Halk plajlara hücum ediyor, vatandaş denize girecek yer bulamıyor..."Halkım benim" diye yüceltilen, "onun canı yok mu kardeşim?" diye popülizm yapılan bir günde hayatımı, gördüklerimi çirkinleştiren "allaam onlarla aynı havayı soluyorum" dediğim insanları yanımda istememe, onları sevmemek hatta iğrenmek, uzakta kalmak gittiğim yerlerde bulunmamalarını istemek en doğal hakkım...Mine de bu hakkını kullanmış..

Mine'yi linç etmeye çalışan tipler çok istiyorlarsa onları kendi villalarının havuzlarında serinletsin, ben onları görmek istemiyorum...

Bunu bana gönderen arkadaşa şu linki

Topbaş’ı isyan ettiren manzara

ve şu karikatürü gönderdim



O da bana

Donla denize girenleri savunmuyorum. Eyvah kıyamet kopuyor diyen tatlı su entellerine lafım.

dedi

Ben de ona

"evet, tabii ki kıyamet kopuyor...Ormandan şehre yürüyerek inmiş, insan içine karışmış, her nasılsa konuşmayı öğrenmiş ama ayılıklarından taviz vermeyen bu zontalar senin de yaşam alanlarına girdiğinde seni savunacak hiçkimseyi bulamayacaksın çünkü sen en başında Mine'yi savunmadın..."

dedim...

İngiltere'de yaşayan bir ağabeyim

(...)
bu zontalar'ı ne yapalim? Fırınlarda yakıp sabun mu yapalım yoksa gecekondularına mı hapsedelim?

(...)

dedi

Ben de ona

(...)
Doğal seçime bıraksak onlar zaten 3-4 nesil sonra yokolup gidecekler ama benim o kadar vaktim yok...Sabun yapmak daha iyi, daha temiz...Rahmetli Hitler bu işe hayatını adadı ama geçenlerde Alman Milli Takımında bir zenciyi gördüğümde "vay be Hitlerin kemikleri sızlamıştır, şimdi" dedim...

Onların nasıl yaşadığı, bana bulaşmadıkları müddetçe, umurum değil. Bir arkadaş da "o zaman git, Caddebostanda savun haklarını, sen gitmezsen onlar gider" dedi, ben de "olur mu canım onların kaybedeceği hiçbişi yok, benimse çok şey...Ben bu işlerle uğraşsın bana temiz, yaşanabilir bir çevre versin diye belediye ve hükümetimi seçmiş, vergimi de veriyor muyum, veriyorum...Gidip çorapları ile denize giren zontayı adam etmeye çalışmak niye benim görevim olsun ki?" diyorum...

Onlar bana bulaşmasın ben de onlara bulaşmayayım...Siz Türkiye'de olmadığınız için belki kapkaç olayları yabancı gelecektir, (belki oralarda da vardır) ama böyle sosyal demokrat soslu hümanist arkadaşlar ilk kap-kaç mütecavizi olduklarında "hepsini asmalı eşoleşeklerin" demiyorlar mı, o zaman bana bıyık altından sırıtmaktan başka seçenek kalmıyor...Sizin için de örneğin metrodaki bombalamalar "e onlar da eğitilmemiş, devlet elini uzatmamış, eşitliği böyle aramak onların da hakkı" diyor musunuz?


(...)

dedim.

Onlar da vergilerini veriyor

deyince de

Vergilerini vermiyorlar, verseler vatandaş olmanın bilincine varırlar...Şehre verdikleri zararın kendi ceplerinden çıktığı bilirler...Bunlar avantacı, anaforcu, otlakçı...Başkalarının emeği üzerinden yaşayan insanlar...Devlet arazisi üzerine derme çatma kaçak ev yapıp, güzel villalara nefretle bakan insanlar...Güzele, iyiye garez giden insanlar...

Masada yemek yerken bir çiçek eklemenin maliyeti yok ama bunlar onu yapmayıp parklardaki çiçekleri, hatta sopa ile, ezen bir güruh. Zeytinin üzerine biraz kekik ve kırmızı biber zeytinyağı eklemenin maliyeti o kadar fazla değil (ki bunlar plajda mangal yaptıklarına göre onu alacak paraları da var) ama kendi yaşamlarını güzelleştirmek yerine benimkinden nefret ediyorlar...Bu sakillik, zevksizlik, görgüsüzlük garip bir şekilde hoşlarına gidiyor.

Bunlar benim kadar çalışmayıp, benim oğluma sağladığım eğitim olanağını isteyen ve alamadığı zaman da fakir edebiyatı, insan hakları edebiyatı yapan bir yığın.

Bugün siz, ben, Kürt-alevi bir arkadaşım sırf okuma zahmetine katlandığımız için babamızdan daha iyi bir hayat yaşıyor isek, onların öyle kalmasının suçlusu biz mi oluyoruz? Hayatımı bir de onları adam etmeye çalışarak mı heba edeyim?

Peki onun oğlu da benimki ile aynı eğitimi alacaksa ben niye çalışıyorum? Siz niye vatanınızı bırakıp İngiltere'lerde çalışmak zahmetine giriyorsunuz? Eğer o avantadan, hakkı olmadığı, bunun için bir çaba göstermediği halde, sizinle aynı haklara sahip olacaksa adalet böyle mi sağlanacak?

Ne yaparlarsa yapsınlar, benim yaşam stilime dokunmasınlar istiyorum. Öteki hayata da, reenkarnasyona da inanamıyorum (belki vardır ama olduğuna dair bir kanıtım yok) bu sebeple bu hayatta en iyisini yaşamak istiyorum. Ne ben biri için fedakarlık yapayım, ne biri benim için fedakarlık yapsın. Onların varlıkları benim yaşamak istediğim hayatı yaşamama engel oluyor, hayatımı zorlaştırıyor, çirkinleştiriyor, yaşanmaz hale getiriyorsa ben onları istemiyorum, onalr da beni istemesin ama benim yaşam alanıma dokunmasınlar...


dedim....Siz de bilin istedim

Ve Mine'nin kıyamet kopartan yazısı

-----------------------------------
Halkımız eğleniyor
Mine G. Kırıkkanat


Dünyayı harmanlayan her Türk, sanırım İstanbul Atatürk Havalimanı'yla gurur duyar. Pek çok Batılı benzerinden bile daha modern bu altyapı, Türkiye'nin 'Arap olmayan' yüzünü ağartmaktadır. Öyle ki, geçen yıl turistik bir Mısır turundan Paris'e dönerken İstanbul'da aktarma yapan bir Fransız arkadaşım, 'Aradaki farkı sana anlatamam,' demişti. 'Kahire havalimanından sonra Atatürk'e inince, hepimiz uygarlığa kavuştuk diye sevindik. Avrupa, Atatürk Havalimanı'nda başlıyor!'
ÖVe bitiyor, sayın seyirciler. Mevsimlerden yaz ve bir pazar günü, Atatürk Havalimanı'ndan Türkiye'ye giriş yapan insan, 'sahil yolu'ndan geçmek gafletine düşerse, ne denizi görür, ne havasını alır, kendisini devasa bir mangalda bulur, pişmese bile tütsülenir. Belediye, halkımıza hizmet yarışında Sahil Yolu'nu bir güzel çimlemiş ve sanırım, üzerinde yürürler, oynarlar ya da en fazla yatarlar, sanmıştır. Çünkü Türk'ün mangal tutkusuna, zaten Belgrad Ormanları, Çamlıca tepeleri ve daha pek çok yeşil alan feda edilmiştir. Buralarda, ağaçlar füme dil, yapraklar dallar közlenmiş patlıcan görünümü arz etmekte, dağları taşları saran kebap dumanı 'Keşke çiğ yeseler' dedirtirken, kesif et kokusu yamyam olmadıklarına hayıflandırmaktadır.

Sahil Yolu'nda ise, kilometrelerce uzunluktaki çim alan kenarından geçen arabalardaki seyircilerin görüş zaviyesinde olduğundan, manzara da mangal düzeyindedir : Don paça soyunmuş adamlar geviş getirerek yatarken, siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnasız hepsi tesettürlü kadınlar mangal yellemekte, çay demlemekte ve ayaklarında ve salıncakta bebe sallamaktadırlar. Her 10 metrekarede, bu manzara tekrarlanmakta, kara halkımız kıçını döndüğü deniz kenarında mutlaka et pişirip yemektedir. Aralarında, mangalında balık pişiren tek bir aileye rastlayamazsınız. Belki balık sevseler, pişirmeyi bilseler, kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatmazlar, hart hart kaşınmazlar, geviş getirip geğirmezler, zaten bu kadar kalın, bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun kollu ve kıllarla kaplı da olmazlardı!
Atatürk Havalimanı'ndan sonra, mevsimlerden yaz ve pazar günleri, Sahil Yolu'nda Arabistan bile değil, Etiyopya'nın ete doymuş hali, 'Etobur İslamistan' başlıyor, sayın okurlar. İstanbul olmayan ne varsa, İstanbullu olmayan kim varsa orada: Son beş yılda 4.5 milyon artıp, 3 milyonu İstanbul'a akan nüfusun güruhu çimde etleniyor pazar günleri.

Tabii ki onların da eğlenmeye, dinlenmeye hakları var. Ama burada mı, böyle mi ?
Halkımıza hizmet yarışındaki belediye, İstanbul'un Anadolu yakasında, Şaşkınbakkal'dan Fenerbahçe'ye uzanan bir kumsal şeridi yarattı bu yıl. Maksat, Caddebostan'ın nostaljik plaj kültürünü canlandırmak, hatta yayıp uzatmak. Sonuç gerçekten güzel oldu : Yeşil alanından kumsalına, şezlonglarından şemsiyelerine Cote d'Azur'u andıran bir düzenleme yapıldı. Zaten sonuç güzel olduğu için başarısı paylaşılamıyor, Kadıköy Belediyesi ben yaptım diyor, İstanbul Büyük Şehir hayır, ben yaptım. Her neyse, açılışı Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, mankenler eşliğinde denize girerek yaptı. Ne var ki 1930'ların Caddebostan plajı modernitesini akla getiren açılıştan yalnızca bir gün sonra, 2005'in realitesi teslim aldı kumsalı, yeşil alanı ve sunulan tüm hizmetleri : Ümraniye plaja indi. Bırakın mayoyla denize girmek, sahilde laf atılmadan yürümek imkânsızlaştı. Tesettür anaları kumsalda mangal yeller, babaları don paça yatarken, irili ufaklı danaları da pamukludan dalgıç tulumlarıyla suda cıp cıp yapıyorlardı. Açılışın ertesi günü konulan mangal yasağı bir işe yaramadı, yalnızca iki gün sonra oturulsun diye halkımızın hizmetine sunulan tahta banklar, parçalanıp yakılmış, daha doğrusu mangala odun yapılmıştı. Şimdi bu sahillerde sabah yürüyüşleri yapan 'creme de la creme' Kadıköylüler, İslamistan varoşlarının işgal ettiği denizlerine ve kumsallarına bakıyor, lanet yağdırıyorlar halkımıza 1 milyon karşılığında plaj hizmeti sunan belediyelere. Ben de kendilerine sormak isterdim : Neredeydiniz o varoşlar oluşurken, hangi partiye girip kaliteli sesinizi, dünya görüşünüzü duyurmaya çalıştınız, ne kadar ilgilendiniz politikayla? Gecekondular denize inmez, eşkiya sizin yolunuzu DA kesmez mi sandınız?