ÖRDEKLERDE ÇİPUMA HASTALIĞINDAN KARBÜRATÖRDE JİKLE AYARINA KADAR HER KONUDA HUYSUZLANABİLME YETİ'SİNE SAHİP BİR ŞAHIS. ONEMLİ YANİ...

Pazar, Şubat 11, 2007

+ Geçenlerde radyoda maç dinliyorum. Yorumcu amcam oynanan oyundan memnun değil, ligde kalması için puan kazanması gerekip de kılını kıpırdatmayan takıma yükleniyor.

Şimdi bu takım ligde, 25-26 puan aralığında oynayan bir takım…” diye söze başladı.

Yahu nedir? “25-26 puan aralığı” ne? Ligde puanlar ondalık, yüzdelik oranlarda dağıtılmıyor ki, 25-26 puan arasında kaç puan alabilir ki bu takım?

Bu durum aynı “1972’li yıllarda …” diye söze başlayan insanlarda duyduğum bir ferahlığı estiriyor gönlümde…Kaç tane 1972’li yıl gördün ki ömr-ü hayatında ki böyle bir cümle kurma girişiminde bulunuyorsun?

Hayır bir şey değil bunlar da sizin benim gibi karbon temelli ve oksijen soluyorlar. Ve fakat o oksijen içeri girdikten sonra ne oluyor ondan pek emin değilim.

+Bugünlerde “Gelgelelim…” ile başlayan cümlelere taktım..Siz de bir düşünün size de saçma gelecek…Cümle problem değil “gelgelelim” lafı çok saçma bir şey…

İlk kim kullandı? Niye etrafındakiler bu arkadaşı dövmek yerine lafın yaygınlaşmasına izin verdi ki?

+ Geçenlerde eline geçen “Küresel Isınmaya karşı siz de bir şeyler yapabilirsiniz” konulu uyarı belgesini bana gönderdiği için bir arkadaşıma huysuzlandım size de huysuzlanayım:
Belge büyük bir ihtimalle size de gelmiştir.

Yok “Odanın sıcaklığını düşürün”, Yok "içeceğinizden daha fazla su kaynatmayın”. Yok “ Uçağa daha az binin”. Yok “ Yıkanmayın duş alın”, Yok “yakınlarda üretilen şeyleri tüketin ki size uzaklardan uçakla yiyecek içecek getirmek zorunda kalmasınlar” falan filan…

Yaa yapmayın arkadaşlar. Bu “küresel ısınma” doğal, döngüsel ve bugünkü teknoloji ile engellenemez bir gelişme. Önce küresel ısınma olur, sonra buz çağı olur, sonra gene ısınma dönemi gelir ve böyle uzar gider dünya tarihi. Biz bildiğimiz kuşaklarda olmadı da bizim kuşakta olacak diye bunun faturasını niye çekelim? İnsanoğlunun bu doğal olaya katkıları yok denecek kadar azdır.

Bir arkadaşın çok güzel bir tespiti ile “insanoğlu bugünkü gelişmesini de son küresel ısınma hareketine borçlu” zaten.

Ne yani milyonlarca yıl önceki küresel ısınma dalgasında o zamankiler çok uçak seyahati yaptı ve banyoda derileri buruşana kadar kaldılar da mı böyle oldu?

Levent Yüksel’in dediği gibi “Geç bunları anam-babam. Geç bir kalemde

Böyle şeylerle huzur kaçırmak isteniyorsa ben de bir katkı yapayım o zaman:

Yazın, kızgın kumlardan foşş diye serin sulara atlamayın. Sizin kızgın vücudunuz yüzünden deniz sıcaklığı 0,00000000003 santigrat derece artıyor.

Aman ne olacak” demeyin. 1.1 milyar Hintli ve 1.3 milyar Çinli 39 derece ateşle foşşş diye atlasa, koptu sana Kuzey kutbundan bir aysberg daha.

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Yalnız çok sert kapatmayın. Alize rüzgarları ve Gulf Stream akıntılarını şaşırtmak istemeyiz)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Cumartesi, Ocak 06, 2007

Haybeden huysuzluk yapanlar

Gazete haberlerinin okuyucu yorumlarını takip ediyor musunuz? (“kardeşim bunu yapacak zaman mı var? Sen insanla dalga mı geçiyorsun arkadaşım?” diye huysuzluk eden gözlüklü sen gelsene bakayım buraya)

Çok eğlenceli şeyler çıkıyor.

Örneğin Hurriyet gazetesi geçenlerde bir haber yayınlamış “Ömrü uzatan 7 yiyecek” diye. Badem’i de yazmış. “Günde 30 gram badem yiyin, kalbinizi koruyun” demiş...
Ahmet Ş. diye acemi bir huysuz (soyadını tam yazmayayım, bu yazıyı okuyor olabilir ama okuyorsa da o kendini bilir) diyor ki :

UYDUR UYDUR YAZ. BADEMİN KİLO FİYATI NE KADAR BİLEN VAR MI ?..EN AZ 30 YTL.

Hadi buyurun bakalım: Herşeyden önce iki cümle birbiri ile bağlantısız...

Hürriyet’in bu listeyi uydurduğunu nereden çıkartıyor? Hürriyet zaten uydurukçu bir gazete de ne yazarsa yazsın uydurmuş mu oluyor? Yoksa badem pahalı olduğu için mi haber uyduruk sınıfına giriyor?

Hayatınızı uzatmak istiyorsanız duvarları yalayın” deseydi o zaman bu haber uyduruk olmayacak mıydı? Nasıl olsa etrafta duvar bulmak kolay, yalamak da bedava.

Bu yetmiyormuş gibi Ahmet arkadaşımız birşeye huysuzlanacak ama çalışmadan gelmiş. Kendi de bademin tam fiyatını bilmiyor “en az 30 YTL” diyor..Olmaz ki huysuzluk yapacaksan önce bir araştırma yapacaksın, Tadım’ın bademleri ne kadar, Malatya Pazarının bademleri ne kadar, gibi...Okuyucuya “vay be bu adam işi biliyor, araştırmasını yapmış da gelmiş” dedirteceksin...

Hadi onu da yapmadın “pahalı” diye niye habere huysuzlanıyorsun kardeşim? Fiyatı belirleyen Hürriyet gazetesi mi? Üstelik haberde de “avuç-avuç”, “kilo-kilo”, “patlayıncaya-tıksırıncaya kadar yeyin”, demiyor ki? “30 gram” diyor. Senin hesaptan 30 YTL’den hesaplasak, günde 90 Ykr hadi yuvarlak hesap 1YTL’den bahsediyoruz. Bu mudur senin itiraz noktan?

Bak Ahmet (kardeşim de, arkadaşım da değilsin onun için Ahmet’ten sonrasını nasıl bağlayacağımı bilemedim, böyle sap gibi kalmasını ben de istemezdim ama yapacak birşey yok sana bir isim tamlaması bulamadım), “Günde 1 YTL’ye kalbinizi koruyun” şeklinde bir habere tantana ediyorsan ve üstelik de sigara içicisi bir vatandaşımız olup sigara değil de bademe verilen para için bana bu kadar lafı ettiriyorsan yaktım çıranı..

Mübarek 12 aylardayız kırmayayım kalbini, çekil şuradan...

Gerçek, otantik, özgün, bu işi hakkı ile yapan huysuzların da adını kötüye çıkarma.
Konunun başlığına “Haybeden huysuzluk yapanlar” dedin ama bir Ahmet Ş’ye takıldın kaldın yahu” diye huysuzlanan kızıl saçlı arkadaş, sen gelsene biraz şöyle bakayım...Geç gözlüklü arkadaşımızın yanına...Birazdan “Yer misin, Yemez misin?” yarışma programının finaline alacağım ikinizi de...

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Dörtgöz ve Tom Braks kılıklı arkadaş gecenin ilerleyen saatlerinde çıkacak, onun için kilitlemeyin de rahat çıkabilsinler)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Etiketler: , ,

Cuma, Kasım 24, 2006

CNN Türk – ATP Masters Tenis Şampiyonası Turnuva Finali – MHP Kurultayı

Başlığı gören de zanneder ki 3 ayrı şeye huysuzlanacağım. Yok öyle bir şey, yok...Tek bir potada eriticem hepsini...

CNN Türk adındaki haber kanalı (haber lafının altını çizmek istiyorum) tutuyor bazen Eurosport’un ver(e)mediği tenis şampiyonalarının yayın hakkını alıyor ve yayınlıyor.

Bu satırların yazarı olan Huysuz Orta Yaşlı ise, oğluna tenis dersleri aldırırken, ambiyanstan etkilenip “dur ben de ona partner olayım, gönderdiği topları elimle geri atacağıma raketle geri atarım” düşüncesi ile dersler almış bir organizma.

Yalnız bu derslerden sonra oynamaya başlayınca bu işi bir sevmiş bir sevmiş, hem oynamak hem de oynayanları seyretmek çok hoşuna gitmeye başlamış.

Demek ki neymiş? Parametrelerden biri CNN Türk bir haber kanalı olmasına rağmen her biri 1,5-2 saat sürecek tenis maçları yayın hakları alıyor.

İkinci parametre HOY, tenisi oynamayı ve seyretmeyi çok seviyor.

Şimdi sırada bir parametremiz daha var. O da Shanghai Masters Tenis Turnuvası.

Bu parametrenin alt ögeleri ise şöyle sıralanabilir

1-Bu turnuva sezonun son turnuvası, artık bu sene için başka yok

2-Bu turnuvaya sadece sezon boyunca en yüksek puan toplayan 8 tenisçi özel davetle çağrılıyor (yani gerçekten ustalar)

3-Turnuvada seyir zevki tavana vursun diye ilk turlar eleme değil grup maçları, gruplarından çıkmayı başarabilen ilk iki tenisçi....falan filan, olayın güzelliği anlaşıldı umarım. Dünyanın en iyi 8’i ve hemen bitmeyecek bir güzellik

4-Turnuva yeri Shanghai, dünyanın bir ucu olması sebebi ile saat farkı da acayip bişi.

Pazar günü Türkiye saati ile 10:00’da final maçı var. Dünyanın 1 numarası olan Federer, çok eğlenceli bir tip olan James Blake ile oynayacak.

Ev halkına kahvaltıyı apar topar yaptırıp oturuyorum TV’nin başına.

1. set bitiyor, spiker, “şimdi Devlet Bahçelinin konuşması için bugün Ankara’da toplanan MHP Kurultayına dönüyoruz” diyor.

Bre, nedir? Herhalde Devlet Bahçeli çok önemli birşeyler söylüyor ki yayın kesildi, bağlanıldı. Yoksa adaylıktan mı çekildi, öteki adayı bacaklarından salona mı astılar, ne oldu?

Bahçeli “sevgili ülküdaşlarım...” diye başlıyor konuşmasına...

Bekliyorum, bekliyorum yok...Seyrediyorum, seyrediyorum birşey çıkmıyor. Dinliyorum, dinliyorum yayın kestirecek kadar önemli bir gelişme yok...

Ne oldu?

CNN Türk, MHP Genel Kurultayı yayınına başladı.

E, maç? Ne maçı bundan daha önemli bir şey mi var?

Anlarım, binlerce kişi bu kurultayı yaşamlarının dönüm noktası olarak görüyordur. Onbinlerce kişi MHP kurultayını büyük bir merakla bekliyordur. Mümkündür yüzbinlerce kişi için MHP kurultayının haber değeri kıçıkırık bir tenis maçından daha yüksektir.

Bütün bunlar iyi de...Bana ne yahu?

Ulan CNN Türk (yok bu ağır oldu, Web FM burayı yayında düzeltelim lütfen).

Sevgili CNN Türk (bu da çok yavşak oldu, söyleyeceğime uymaz, bunu da silelim)

Yahu CNN Türk,

Sen bir haber kanalısın, senin neyine 1.5-2 saatlik tenis maçı yayınlama planın? Senin o kadar süre bir haber boş zaman kuşağın varsa, olduğunu düşünüyorsan, kapat o kanalı yau. Değil mi efendim? Ne dedin Web FM?

Sen bir haber kanalısın, o gün MHP Kurultayı olacağını bilmiyor musun bize “Tenis maçı yayınlayacağız” diyorsun? O anda mı aklınıza esti, maç yeteri kadar heyecanlı mı gelmedi size de kestiniz Kurultaya bağlandınız. Yani bu o anda verdiğiniz bir karar mıydı?

Hadi kestiniz, para verip aldığınız bir yayın hakkını niye Kanal D benzeri bir kanala taşıyıp bana “arkadaşım sonuçta sen maçını izliyor musun, izliyorsun? Daha ne huysuzlanıyon?” dedirtmezsiniz.

Sonuç itibarı ile yazıklar olsun sana Web FM...pardon yaaa Web FM nereden çıktı? Yazıklar olsun sana CNN Türk..Zaten benim televizyonumda en az ziyaret edilen haber kanalı idin, şimdi hiç uğranmaz olacaksın. Beter ol...Bak hala sinirim geçmemiş yahu...

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Hele “CNN Türk’ten geliyoruz, özür dileyeceğiz” diyenlere hiç açmayın. Onlara “siz HOY’un yüzünü görmeye layık değilsiniz, ayak bastığı toprağı öpebilirsiniz ancak” deyin)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Etiketler: , , , ,

Cuma, Eylül 01, 2006

"Geçenlerde bir gün...." toplu gösterimi

+ Geçenlerde bir konu için “yok olduğunu varsayıyorum” dedim, sonra da düşündüm “buna kısaca “yoksayıyorum” diyebilir miyim? Diyemezsem niye diyemiyorum? Kim tutar beni, bir? Kim anlamaz ne demek istediğimi, iki?"

Yok eğer diyebiliyorsam www.tdk.org.tr’de niye yok? Konduğu zaman bana telif hakkı ödeyecekler mi? En azından yukarıdaki cümleyi “örnek cümle” olarak kullansalar o da yeter.

+ Geçenlerde Agassi-Baghdatis US Open tenis maçını seyrediyorum. Baghdatis Güney Kıbrıs adına katılıyor. EuroSport spikeri anlatıyor. “Baghdatis’in babası, Lübnan asıllı. Zaten Baghdatis soyadı da oradan geliyor” Nasıl yani, "Baghdatis" olsa olsa "Bağdatlı" demektir...İyi ama Bağdat Lübnan’da değil ki, o zaman adamın ya kendisi ya dedesi Irak asıllı ya da sen haybeden bir “zaten” lafı ziyan ettin... Beyrut'tan gelmiş de söylemeye mi utanmış? Sen mi Beyrut ile Bağdat'ı karıştırdın?

+Geçenlerde IETT otobüsüne bindim. Biner binmez de gözüm “Cep telefonunu kapatın” tabelası aradı..Yok..Güzel, demek ki bu otobüs cep telefonlarından etkilenmeyenlerden. Yanımdakinin telefonu çaldı, o da açtı, başladı konuşmaya.

Bir kadın “otobüslerde cep telefonlarının yasak olduğunu bilmiyor musunuz?” diye çemkirdi. Adam da pısarak kapattı. Halbuki “hani bakayım, nerede yazıyor?” diye huysuzlansa %100 haklı çıkacak. Hatta bir de “hamfendi ben bu otobüsleri üreten firmada mühendisim, hangi otobüste kapatıp hangi otobüste açık tutabileceğimi sizden mi öğreneceğim?” dese, ballı lokma tatlısı...

Sırf “kadın acaba bu durumda ne diyecek?” merakı ile ya adamı fiştikleyeyim ya da ben huysuzlanayım dedim ama, tırnak içinde söylüyorum, “yemedi”. Tırnaklanabilir, tırnak içinde kalabilirdim. (Tamam, tamam..Tırnak içinde tırnaklanma esprisinin Yiğit Özgür'e ait olduğunu söyleyecektim ben zaten)

+Geçenlerde bir bisikletçinin tabelasında gördüm. “Her Türlü Bisiklet Alınır-Satılır-Takas Edilir

E tamam, zaten takas etmek de aynı kişiden elindekini alıp başkasını vermek değil mi?

Hem alıp hem satıyor olman takası da kabul ettiğin anlamına gelmez mi? “Takas Edilir” lafını yazmazsan “Bunu verip şunu alabilir miyim, farkı neyse ödeyeyim” diyene “yok kardeşim aynı kişiden bisiklet alıp ona satmıyorum. Çocuk oyuncağı mı bu? Git takas da yapan birinden al” deme hakkına mı kavuşacak? Veya bu haktan feragat ettiğini belirtmek için mi tabelaya bir de “Takas Edilir” ibaresi eklemiş.

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Gelenler "Geçenlerde ..." diye muhabbete başlarsa hiç açmayın. Onların anlatacakları bitmez bir türlü)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Salı, Temmuz 11, 2006

Kaybolan Değerleri Yeniden Canlandırma ve Yaşatma Derneği

+ Evinin eşyalarını, görünümünü değiştirmek hatta tadilat boyutunda şeklini değiştirmek istemeyen bayana rastlamadım.

İşin ilginci değişiklik yapmak için yanıp tutuşan bayanların içinde de bu işin ne kadar sıkıcı, bıktırıcı, hayatı kahrettici bir girişim olduğunu düşünmeyen bir bayana da rastlamadım.

Annemden eşime kadar bütün tanıdığım bayanlar böyle. ("Niye onları yelpazenin iki ucuna koydun?" diye artniyetli ve fiştikleyici yaklaşımlar olmasın lütfen) Hem değiştirmek hem de değişirken şikayet etmek kromozomlarla ilgili birşey “Ama bitince güzel olacak” lafı ise klasik bir final.

Tadilat sırasında yer yer ağlama krizlerine de tutulan bayanlar sonuçtan %100 memnun olmadığı gibi, 2 sene içinde tekrar tadilata girişmek için yeni bir döngü başlatıyorlar.

Halbuki buna karşılık erkek, belediye çöp imha ekipleri ile kapıya dayanmadığı müddetçe evin içindekiler ve görünümü ile ilgili hiçbir kaygı sahibi değildir. Üstelik yapılan işi hakkı ile takdir ettiği de söylenemez. İçinden, veya çok samimi arkadaşlarına, "Ne gerek vardı anlamadım ki? Ama dinletemedim işte, üstelik eskisi ile arasında bir fark da göremiyorum" der. O zaman bayanlardaki bu istek, tutku, ihtiras, hırs (tam da bu sıra ile) nereden geliyor?

Düşündüm..Düşündüm..Tek bir açıklama bulabildim. İlk insanlar zamanında, erkek ava gidiyor, hanım ise mağarada kalıyordu.

İşte bu uzun bekleme sürecinde hanımın tek meşgalesi mağarayı daha sevimli bir hale getirmekti. Dışarı çıksa kurtlara kuşlara yem olacaktı, mağarada kalsa ne Maeve Binchy kitabı okuyabilir, ne de Fashion TV veya Gümüş, Ihlamurlar Altında, Bir İstanbul Masalı'nın tekrarı gibi dizileri seyredebilirdi.

Bu meşgale gel zaman git zaman kromozomlara işledi demek ki.

Hani “Hülagu bugün ava sen gitme de ben gideyim” dese bayanlardan biri, bütün bu sürecin tam tersi gelişmesine sebep olabilirdi, diyebilirim..(Kimsenin de ben bunu söylerken beni engelleyeceğini zannetmiyorum.)

O zaman ne olurdu?

Hanımlar arabaları ile övünüp, TV’de SüperLig, NBA, adult channel seyrederken, erkekler “Selma, ben perdeleri değiştirmeyi düşünüyorum...Ceketini oraya atma, bütün gün canım çıktı evi toplamaktan. Salonun bu renginden sıkıldım ben. Yok artık, ayakkabılarınla salona kadar gelseydin bari, çıkart çıkart. Bugün yeni birşey denedim akşam yemeği için, bak bakalım beğenecek misin? Fikret beyler bahçe dublekse çıkıyormuş. Bu hafta sonu biz de Çekmeköy tarafında ev bakalım mı?” türü konuşmalarla vakit geçirecektik.

Hangisi daha iyi ?” tartışmasına hiç girmem. Kimse de beni çekemez. Ama iki cins arasındaki temel bir farklılığın daha sayemde tarihsel kökeninin bulunmuş ve ortaya konmuş olması güzel. Beğendim kendimi.

+ Bizim evin oralarda bir tabela dikkatimi çekti geçenlerde. “Kaybolan Değerleri Yeniden Canlandırma ve Yaşatma Derneği”...Acaba tutkunu olduğum Lost dizisi ile bağlantısı olabilir mi diye baktım. Bildiğimiz kıraathane, kahvehane...Ama kahvehane sahibi, vizyonu geniş tutmuş. “Ne kahvesi kardeşim? Burası derneğin lokali” diyor tabela ile.

Girip “Bravo arkadaşım, hangi değerlerden bahsediyoruz?” deseniz “Hilmi geçenlerde pişti oynarken güzel ikili’yi, Bahadır da güzel onlu’yu kaybetmiş. Fikret’in de zamanında 4 taşın arasına çektiği bir okey taşını kaybetmişliği var ama bütün aramalara karşın o değerli taşı bulamadık onun için vazgeçtik” diyecek, ama olsun.

Vizyon güzel. Çok beğendim. Buradan kendisini tebrik ediyorum. (Gerçi bu yazıyı okuyor ve kendisinden bahsettiğimi anlıyorsa ben de çok yakında kaybolan bir değer olabilirim. Kimsenin de beni canlandırmaya çalışacağını zannetmiyorum.)

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Gelenler dernek üyesi olabilir, güvenlik önlemleri bir kat daha artıralım lütfen, tanımadıklarınıza kapı açmayın)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Pazartesi, Haziran 26, 2006

www.yemeksepeti.com

Ben söylemiştim “Huysuzluk yapmak insana kazandırır” diye. Yeter ki yerinde ve kararında yapın. Ölçüyü kaçırmadan.

Buyurun işte, geçen sayıdaki (buraya geçen sayının linki konacak, unutma) “Pizza Hut, kupon olmadan bana promosyon pizzamı vermiyor” diye çemkiren yazımdan sonra bir arkadaştan “e be güzelim, siparişini telefondan değil de www.yemeksepeti.com dan versen hem böyle kupon tarzı papirüs türevlerine muhtaç olmazsın hem de sipariş ettiğin pizzanın yanında bir ufağını değil aynı boyunu da indiragandileyebilirsin” tavsiyesi geldi.

“Budur” dedim.

İlk fırsatta girdim, üye oldum, verdim siparişimi. (Şimdi sitenin reklamını yapmış gibi olmayayım da arkadaşlar “Nedir? Hıncal Uluç’laşmaya başladın. Yakında Hülya Avşar konserini Hillside Su’yu filan da yazarsın sen” huysuzlanması yapmasınlar.) Ama gerçekten de üye işyeri listesi bir hayli kabarık. Müşteri ilişkileri kavramında daha güzeli ise daha sonra yaşandı.

İlk siparişin telefonla teyidi alınması gerekiyormuş. 2 dakika sonra aradılar. “Siz gerçekten HOY musunuz? Sipariş talebiniz doğru mu?”, “Doğru...”

Tam telefonu kapatırken huysuzluk genlerim gene piyasaya çıktı.“Yalnız” dedim “Pizza Hut’a doğrudan sipariş verdiğimde 30 dakikada getiriyorlar, sizin sitede ‘40-45 dakika’ deniyor. Bu fark nereden kaynaklanıyor?”

Üye işyerinin yoğunluğuna göre süre azalabiliyor ama isterseniz ben Pizza Hut’ı arar, yoğunluklarını sorar ve süre hakkında en son bilgiyi size haber veririm” dedi. Çok sevineceğimi söyledim. Kapattık.

O arada kayınbirader aradı. Onunla laflarken bir baktım cep telefonu çalıyor (sabit telefonu meşgul gören Yemek Sepeti yetkilisi cepten arıyor. Ne güzel. “O da telefonu meşgul etmeseydi kardeşim” türü bir çiğlik göstermiyor)

İyi akşamlar, beyfendi. Pizza Hut’ı aradım. Yoğunlarmış ancak rica ettim sizin siparişi ön sıraya alacaklar ve en geç yarım saat içinde pizzanız gelmiş olacak

Vaaay..İşte bu...

Türkiye’de müşteriye kral/kraliçe muamelesi yapan şirketler hala var. Google'da araştırdım :Sağ taraftaki arkadaşlardan biri yemeksepeti'nin genel müdürü, öteki ise bilgi işlem müdürü imiş. İkisi de güzel iş çıkartmışlar. Tebrik ediyorum. Kalite anlayışlarının devamını diliyorum.

Şimdi "biri THY'nin başına geçsin, öteki de TCMB'nin" diyerek hem siyasal mesaj vermek hem de günceli takip ettiğimi göstermenin tam yeri, tam zamanı idi ama yapmayayım.

Bu yazıya artık başka huysuzluk maddesi sıkıştırmayayım. Güzel bir olay, güzel bir son ve güzel 2 adet büyük boy çiftlik evi ile kapansın.

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Ama tabi gelen kişi bana kral muamelesi yapacaksa ona kapımız sonuna kadar açık)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Perşembe, Haziran 15, 2006

Ticaretimiz tabi gelişmez ve Atatürk sömürüsü

Pizza Hut'ın bir hizmeti var...Paket servislerde gidip kendiniz alırsanız siparişinizden bir tane daha, eve isterseniz, siparişinizin bir ufağını ekleyerek gönderiyorlar.

Yalnız eve yapılan promosyon için şartları gazetelerin arasından çıkan Pizza Hut broşürünü vermeniz.

Biz o broşürleri hiç tutmuyor çöpe atıyoruz. Her seferinde de telefonda aynı muhabbet oluyor

-Promosyonunuz devam ediyor değil mi?
-Promosyon kuponunuz varsa evet efendim
-Yoksa vermeyecek misiniz?
-Bu seferlik verelim..

İşin komiği gelen pizzalarla birlikte her kutuya bir tane olmak üzere promosyon broşürü de koyuyorlar. Geçen siparişte komiklik boyutu kendini de aştı

-Promosyonunuz devam ediyor değil mi?
-Promosyon kuponunuz varsa evet efendim
-Şu anda bulamıyorum ama gelen kutunun üzerindeki kuponu arkadaşa geri veririm.
-O kuponu bu sipariş için kullanamazsınız efendim
-Niye kuponların üzerinde tarih veya seri numarası mı var?
(ki yok)
-Şey..yani....Peki efendim gönderiyorum

Yani sabah gazetenin içinden çıkan kuponu verebiliyorum ama pizzacı çocuğun sıcak sıcak getirdiği kuponu kullanamıyorum.

Acaba sıcak-soğuk testi mi yapıyorlar Pizza Hut'ta? "Hımm hala sıcak. Kupon fazla uzağa gitmiş olamaz..."

+Nike'tan ayakkabı aldık. 2 hafta sonra yanlardan dikişleri çıktı. Götürdük mağazaya, fabrikaya gönderdiler. 15 gün sonra telefonla ayakkabının akibetini sordum

-Kayıt numarası şu...Ayakkabımızla ilgili size fabrikadan geri dönüş oldu mu?
-Nasıl bir ayakkabı?
-Siyah, kenarında beyaz çizgiler vardı...
-Adı var mı modelin?
-Yok. Biz onu "ayakkabı" diye çağırıyorduk. Hata mı yapmışız? Tevekkeli değil, ne kadar çağırırsak çağıralım gelmiyordu...


+Geçenlerde bir arkadaşım haberdar etti.Kanaltürk'te Kerican Kamal diye bir vatandaşın yazısı çıkmış..Şimdi link verip reytingini artırmayayım. Hem huysuzlanıp hem de yardımcı olmak racona aykırı...

Ama ana fikir şu : "Biz gerçek Atatürkçüler acaba gerçekten kaç kişiyiz? Hadi Atatürkçüler bu yazıya yapılacak tıklama sayısı bizim sayımızı ortaya çıkartacak. Mümkün olduğunca çok dostunuzla paylaşın bu bilgiyi"

E yuh yani...

Kerimcan'ın yaptığı tam bir şark kurnazlığı ve Atatürk üzerinden rating alma çabası "Bu yazının okunma sayısı belki onlara en iyi yanıt olacaktır." satırlarında kendini belli etmiş.

Eminim binlerce insan birbirine bu yazıyı geçiyordur...Örneğin ben de kişinin adını bu sayede öğrenmiş oldum...

Yarın öbürgün de Erol Köse veya Ercan Saatçi "Ata'nın Sevdiği Şarkılar" diye bir albüm çıkartır ve ülkedeki Atatürk Sevgisinin ölçüsünü albüm satışlarına bağlar...

Biri Atatürk heykelcikleri yapar, "bunun satış sayısı, ülkemizi geriye götürmek isteyenlerin suratında tokat gibi patlayacaktır" diye satış çağrısı yapar.

Öteki, "Atatürk'ün giydiği ayakkabılar" diye üretim yapar, arkasından da "Atatürk sevgisi için bir ölçü olacaktır satış rakamları" der...

"Olmaz, olmaz" demeyin, olmaması için hiçbir sebep yok.

Büyüklerimiz anlatırdı, eski, işi bitmiş cambazlar antin kuntin hareketleri seyirciden alkış almayınca en son numara olarak göğüslerinden bir Türk bayrağı çıkartır sallarmış. Bunların yaptığının da bundan farkı yok.

Kardeşim sen yazını yaz, güzel birşeyse okuyan okusun, beğenen beğensin, arkadaşına iletmek isteyen iletsin..."Bunu bir parametreye bağladım" demenin ne anlamı, ne gereği var? Böyle ucuz sömürü olur mu yau?

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Sıkı sıkı da kapatmayın, elimde kupon, Pizza Hut'çı çocuğu bekliyorum.)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Salı, Mayıs 30, 2006

Ah Petek...Gene Petek...

+ Geçenlerde bir sağlık kuruluşunda hala sağlıklı ve işe yarar olduğumu ispat etmek için rapor gerekti. Gittim.

Önce Kulak kısmına alındım. Doktor hanım elinde bir aletle kulağımın içine baktı. Kendi kendine söyler gibi "Altı" dedi...

"Haydaa" dedim içimden "kulak tansiyonu diye birşey var da bu alet onu mu ölçüyor?", sonra öteki kulağıma baktı, aynı fısıltı ile "üç" dedi...Hobaaa, niye biri 6, niye öteki 3? Bu dengesizlik nedir?

Hanım doktor muayeneyi bitirdi. Bana döndü "ne dedim ben?" dedi. "Altı ve üç" dedim. "Güzel" dedi ve raporda kendine ait yere Sağlıklı yazdı, imzaladı...Meğerse duyma gücümü ölçüyormuş.

Olayı Web-fm'e anlattığımda "huysuzluk fırsatını kaçırmışsın. "Ne bana soruyorsunuz siz bir yere not etmediniz mi? Onu da mı ben takip edeceğim? Ya yanlış hatırlarsam?" diye çemkirseydin ya" dedi.

Paşa da " 'bir daha ölçün doktor hanım hiç üç olmazdı hatta hiç 5'in altına düşmezdi, yediğim birşey dokunmuş olabilir mi?' deseydin ya" diye öğüt verdi.

Hakikaten güzel bir huysuzlanma şansımı kaçırmışım. Tüh...

+ Petek Dinçöz bacımız ile Kutsi biraderimizin son klibini izledim. Şarkı Türkçe ama nakarat kısmında uzatarak "Ah Fate" diyorlar... (okunuşu "aaaaaah feeeeeeyt", Türkçe meali "aaaaaah kadeeer") "hah" dedim "tam kafayı yediler artık. Türkçe parçaların arasına İngilizce laflar serpiştirerek gelen tursitleri avlamaya çalışacaklar".

Sonra şarkının adını yazdığında anladım ki boşuna huysuzlanmışım. "Aaaaah Faaaate" değil "Affet" diyorlarmış yaya yaya...

+ Bir huysuzluk fırsatını kaçırdım, bir tane de haybeye huysuzlandım bari bunları affeeeyt'tirmek için bir de ruhsatsız ve kaçak huysuzlanmayı engelliyeyim.

WTA İstanbul için Tekstilkent'in yakınında apar topar yapılan portatif tenis kortunun zemini ve yeri beğenilmemiş.

Zeminde çukurlar, engebeler bayan tenisçilerin canını sıkmış. Bir de otoyol kenarında olması sebebi ile trafik gürültüsü canlarını sıkmış konsantrasyonlarını engellemiş.

Yok yaaa...Hem İstanbul'a geleceksiniz hem de özelliklerini görmeyeceksiniz. Var mı öyle yağma? Siz İstanbul sadece Boğaz'dan ibaret mi sanıyorsunuz?

Bizim yollardaki çukurlarımız ve trafik gürültümüz de meşhurdur.

Bir de su baskınlarımız var ama siz kurak mevsimde geldiniz. Belediye bu güzelliği göstermek ve yaşatmak için yeteri kadar su bulamamış demek ki.

Size Roland Garros gibi bir tesis sunsalardı Myskina, Groenefeld, Peer İstanbul'u nasıl ve ne diye hatırlayacaktı ki? Böylesi inanılmaz ve unutulmaz folklorik güzelliklerle bezeli globalde yerelliği yakalamış bir organizasyon olmuş.

Helal olsun emeği geçenlere...

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. ("Ne olur kapıyı aç..Beni affeeeyt" diyenlere "önce ağzını topla sonra konuşalım" deyin)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Cuma, Mayıs 26, 2006

Birlik ve Beraberliğe olan ihtiyacımızı anlayamayan Ronaldinho

Billboard’larda gördüm. Trident Fresh Türkiye’de imiş..Oleeeyyy…(Niye sevindiysem)

Ronaldinho da bu sakızların (ciklet de diyebilirdim niye demedim bilmiyorum) reklamlarına çıkmaya başlamış…

Hiç mi bir Allah’ın kulu bu adamın suratına bakıp dişlerini görmedi ve dişlerin yamukluğu ile sakız çiğnemek arasındaki o bilim/efsane karışımı bilgi parçasına saygı göstermedi yahu?

Bu adamcağızın kazandığı milyonlarca dolara rağmen dişçi korkusu veya bedava getirmeye çalıştığı için muhtarla yeşil kart yüzünden kavga ettiği gibi şehir efsanelerini saymazsak futbolculuğu dışında en önemli fiziksel özelliği dişleridir.

Hani ilk demiryollarının yapılmaya başladığı zamanlar öndeki lokomotifin en önünden yollardaki engelleri süpürsün diye konulan…yok..ben tarif edemedim siz de gözünüzde canlandıramadınız..En iyisi resmini koyayım.

Hah işte bu lokomotifin önünde görülen şeye benzeyen, ki biz zamanında kazma diş olarak tarif ederdik, yeni nesil ne diyor bilmiyorum, zımbırtıdan Ronladinho’da oldukça bariz bir şekilde var.


Bana inanmıyorsanız, şu karikatürlere inanın

Bu durumda ne oluyor? Çocuk reklamı görüyor. “Anneeee, ben de Ronaldinho’lu sakız istiyorum” deyince annenin ilk gördüğü dişler oluyor. “Aman oğlum/kızım onları çiğneyen adamın halini görüyorsun. Dişlerin öyle mi olsun yani?”. “Yaa ne alakası var anne yaa?”, “Öyle deme oğlum/kızım. Çok çiğnenen sakızın dişleri yamulttuğu, pörtlettiği, eciş-bücüş yaptığı İsviçre’deki bilim adamlarının klinik deneylerde ispatladığı bir gerçek.” “İnanmıyorum anne bu konuyu da uluslararası platforma taşıdın ya…Pes yani pess”

Hadiii alın bakalım bir gereksiz gerginlik daha…Ronaldinho forma, ayakkabı, dondurma, şampuan, klavye, gitar, cep telefonu, jeton, Dardanel Ton, orkid..(ne var? İlhan Mansız’dan neyi eksik?), araba vb. reklama çıksın ama sakız reklamı, o güzelim dişleri ile ters düşen bir mesaj olmaz mı?

Bu aynı kel bir adamın kellik ilacı reklamına çıkmasına benzer. Adam kendi başına zaten kel…Kelliğini gayet güzel yardımsız ve cerrahi müdahale olmadan başarmış…Bir de ilaca ihtiyacı yok ki…Haydaaa…Örnek yanlış oldu ama siz anladınız zaten ne demek istediğimi.

+Bu ülkenin “birlik ve beraberliğe olan ihtiyacı” ne zaman bitecek? Bir de dikkat ederseniz bu söylem “ülkemizin birlik ve beraberliğe ihtiyacının en çok olduğu günler” süslemesi içinde dayatılıyor burnumuzun dibine

-Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu bugünlerde çoraplarımı bulamıyorum Şükran.. -Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu bugünlerde niye bana gitmiyoruz Tuğçe?
-Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu bugünlerden hangisinde beni istemeye gelecekseniz Fikret?
-Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu bugünlerde puan veya puanlara şiddetle ihtiyacımız var
-Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu bugünlerde bir altılı kuponu yazalım mı?
-Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu bugün sana kurufasulye yaptım Tarık. Gelirken turşu al. Yanında iyi gider.
-Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu bugünlerde bize bir sakal çıkmayacak mı?

-İnanmıyorum sana olm. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan bugünlerde esprimi anlayıp gülmedin ve beni kızların arasında rezil ettin ya. İnanmıyorum sana yaa...

Yaa nedir? Ne zaman “yok kardeşim bugün birlik beraberlik içinde olmamıza gerek yok. Çıkın dolaşın, bireysel takılın. Yaya yaya gezin anasını satayım” diye anons yapılacak?

Veya gözünüzde canlandırın. Kapı çalınıyor :

-Birlik ve beraberliğe ihtiyacın var mı yenge?
-Yok kardeşim. Sağol.
-Peki abla. İhtiyacın olursa ben yokuşun başındayım.
-Peki kardeşim.

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Aradabir "Açın kapıyı..Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var. Özellikle de bugünlerde" diye kapıyı zorlayanlar olabilir. Açmayın onlara kapı ve mapı)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Perşembe, Mayıs 25, 2006

Sarı Laleler ve Show-Room'lardaki Hayatımız

+ MFÖ’nün “Sana Sarı Laleler Aldım, Çiçek Pazarı’ndan” şarkısından sonra belediyenin diktiği 3 milyon laleden sarı renkte olanları kaybolmaya başlamış.

Millet, Çiçek Pazarı olarak gördüğü park ve bahçelerden sarı laleleri kopartıp, evine götürmek, sevgilisine verip prim yapmak için götürüyormuş.

E yuh yani…İyi ki MFÖ “sana kaldırım taşı getirdim sokaktan” diye bir şarkı yapmamış yoksa bütün yollardan kaldırım taşları sökülüp hediye olarak götürülürdü…

Bir de şu var, madem millet MFÖ’yü dinliyor ve onunla sükse yapmaya çalışıyor, acaba MFÖ, toplumu eğitme işinde kullanılamaz mı?

Örneğin :

“Kürt sorununu çözdüm ufaktan”
“Sana laiklerin de kabul edeceği bir türban aldım Tesettür Giyim’den”
“Karakolları şeffaflaştırdım hafiften”
“AB’ye uyum sürecini çıkarttım aradan”
"Yargı sürecini hızlandırdım epeyce"
“Artık denize donla girme. Sana mayo aldım Speedo’dan”

gibi sözleri olan şarkılar yazsa, bu dertlerden kurtulsak. Olmaz mı?

+ Şuna artık kesin kanaat getirdim, bayanlar, evleri yaşama alanı olarak kullanmıyorlar. Onlar için ev tam bir “show-room”.

Eve alınan bütün perde-koltuk-halı-yatak örtüsü-şifonyer-banyo süsleri-zigon masaları, diğer insanları “bakın benim ne cicilerim var?” mesajı vermek üzere kurulmuş.

Şimdi “başına ne geldi de bu sonuca vardın? Hadi o olayı anlat. Yenge ile kapıştın da, hırsa bulandın, sinire kestin, çala klavye yazıyorsun değil mi?” diye üzerime gelmeyin. Çünkü gerçekten de yok öyle bir şey.

Daha doğrusu var öyle bir şey ama yoğun bir şekilde yaşanmış durumda değil. Plan, 15 yıla yayılmış (hala devam eden) ve benden gizlenmeye çalışılmış.

19 Mayıs tatilinde Cunda adasında bir arkadaşla yaptığımız muhabbet neticesinde ikimizin de aynı anda kafalarımızda lambaların yanması ile açığa çıktı.

Hayatın anlamını çözmüş gibi birbirimizi tebrik ettik, ellerimizi havada çarpıştık, daha ileri gidip basketbolcular gibi göğüslerimizi de vuruşturacaktık ama hem deniz kenarında olmamız, hem biralanmış olmamız hem de vücut boyutlarımızın birbirleri ile orantısız olması sebebi ile ona cesaret edemedik. Benim zararlı çıkacağım kesindi.

Bir koltuk takımının modası mı geçermiş? Perdelerde “bu sezonun renkleri ve modelleri” diye bir şey mi olurmuş? Ortaya alınan sehpa ve masaların üzeri niye örtüler ve, doğada olsak “börtü-böcek” diye tanımlayabileceğim ıvır zıvırla doldurulur ve bir ayak uzatılacak, tabak konacak yer bırakılmayacak bir görüntüye dönüştürülür?

Yoksa oralar da bayanların savaş tatbikat alanları? “Mavi birliği biraz sağa alayım, kırmızı birlik çok tek başına kaldı, her an saldırıya uğrayabilir. Turuncu birliklere takviye lazım” gibi şeyler mi geçiyor kafalarından?

Anlamış değiliz ama bu “bir kadının evi onun show-room’udur” gibi bir laf toplumun ağzında yerleşirse telif hakkı isteriz, ona göre…

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Aman evde birşeyin yerini değiştirmeyin. Hanımlar çok kızıyor. )

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Salı, Mayıs 16, 2006

Gene Bayanlar ve Tutku'lu zibidiler

+ Nedir bu bayanların erkekleri değişmeye, kendine benzetmeye zorlama ihtirasları yahu? (Evet, farkındayım çok bodoslama oldu. Hazırlanmanıza, üzerinize rahat birşeyler almanıza olanak tanımadan konuya balıklama girdim. Özür dilerim. Bir daha olmaz. Belki de olur…Hatta olma ihtimali daha fazla)
İstisnasız hiçbir bayan erkeğinden %100 memnun değil. “Sevgilim, dünya tatlısı ama keşke biraz daha az öküz olsa”, “Eşim bir melek ama sonuçta Azrail de bir melek değil mi?”, “Oğlum dünya tatlısı bir prens ama ah o arkadaşları yok mu?”

Tabi bu memnuniyetsizlik de beraberinde birlikte olduğu erkeği değiştirmek, istenilen kalıba sokma çabalarını getiriyor. “Madem bundan memnun değilim, o zaman bunu bırakayım da memnun olacağım bir tane bulayım” çabası yerine bir zorlama süreci ve akabinde gelen hırsa bulanma, sinire kesme durumları…

En küçük bayanından en büyüğüne kadar bu böyle :

- Tuğçe, ben sıkıldım, bahçeye çıkıp bisiklete bineceğim
- Hayır Buğra, evcilik oynayacağız
- Ama ben bisiklete binmek istiyorum
- Hayır dedim. Yoksa annemlerin evine giderim.
- E, zaten sizde oynamıyor muyuz?

Daha iyisi yok elimdeki ile idare edeyim”, yerine “daha iyisi yok, ben de bunu şekillendireyim” yaklaşımı var bütün bayanlarda…

Yapmayın arkadaşlar, istekler farklı, bakış açıları farklı, beklentiler farklı. Hiç bir şey olmasa, 3 sene, 5 sene, 18 sene, 25 sene, 43 sene, 70 sene öyle veya böyle, memnun olsanız da olmasanız da bir birikim var. Bunu, sırf siz istiyorsunuz diye, 3 günde 5 günde, 18 günde, 25 günde, 43 günde, 70 günde değiştirmeyi kim başarmış ki siz başarabilesiniz?

Başarmış gibi göründüğünüz durumlarda da :

- Oğlum nedir? Bıyıklar gitmiş?
- Yaa, ince ayar yaparken, ölçüyü kaçırmışım
- Tabi, tabi..Melis istemiyordu değil mi?
- Yaa ne alakası var oğlum yaa..Sıkılmıştım zaten. Nedir o, çorbanın içine girer, su bardağında dolaşır. Öpüşürken batar…
- Ne? Ne dedin sen? Nihohahaha


şeklinde artçı muhabbetlere muhatap olur ve sizden ufak çaplı nefret edilmesine yol açar bilesiniz.

Ben bu çabaları resim sergisinden yağlı boya bir tablo alıp eve gittiğinizde “şurasının rengi olmamış, burada çizgiler yeteri kadar yumuşak değil, şuraya da gereksiz tarama yapılmış” diyerek suluboya fırçası ile resme müdahale etmeye benzetiyorum.

Yapmayın arkadaşlar, eğer resimde beğenmediğiniz yerler varsa hiç sergiden almayın. Bırakın belki olduğu gibi beğenen biri çıkar (zor ihtimal) ama her halükarda sanatçının eserine saygı duyun. Belki yapım aşamasında müdahale etseniz makul olabilir veya sipariş üzerine çalışan bir anne bulabilirseniz en ideali ama resmi aldıktan sonra yapılan müdahaleler sanata ve sanatçıya yapılan haksızlıktır. Ve yıllar sonra karşılığında alacağınız teşekkür yanıtı :

Ömrümü yedin, ömrümü!” olacaktır.

Daha fazlasını beklemeyin.

+ Tutku bisküvilerinin son reklamını seyrettiniz mi?

Türk-Yunan sınır köprüsü üzerinde Türkiye’den Yunanistan’a motorla geçen iki zibidi (niye zibidi? Çünkü sırt çantasının fermuarını kapatmayı beceremeyerek beni birazdan sinir edecekler) köprüyü geçerken sırt çantasında bir paket Tutku bisküvi düşüyor. Tutku Türk sınırının 3 parmak içine düşüyor biraz yuvarlanıyor ama en fazla 2 parmak gidebiliyor. Bu arada Yunan gümrük görevlileri de Tutku’ya “gelsene, hadi gel vre” türü el işaretleri yapıyor.

Türk tarafı bunu görüyor, büyük bir olgunlukla sınır çizgisine geliyor, Tutku’yu elinin tersi ile itiyor Yunan tarafına deplase olmasını sağlıyor, Yunanlı meslektaş da mal bulmuş mağribi gibi, Kardak Adalarını geri almışçasına muzaffer bir eda ile sınır gözetleme kulübesine geri dönüyor.

Dikkatli okuyucular takip etmiş, detayı yakalamıştır. Türk görevlide, paketi alıp nazikçe uzatmak yok. Elinin tersi itip, “al ulan al. Tüket anasını satayım. Sevindirik oldun di mi? Şopar seniii…” türü bir yaklaşım var. Üstelik kimin malını kime veriyorsun kardeşim? O bisküvi paketi senin değil ki motorlu zibidilerin.

Ha, bu arada son detay da Türk görevlileri yarım bıraktıkları çay saatine döndüklerinde ne görseler beğenirsiniz? (Ne görseler beğenmeyin, ama olsun) Kendi Tutku paketleri boşalmış.

Haydaaa, sorumsuzluğun, plansızlığın, programsızlığın, geleceği görememenin, vizyon sahibi olamamanın, elindeki malın kıymetini bilememenin, tüyü bitmemiş yetimin hakkını Yunan’a kaptırmanın bundan daha açık bir anlatımı olamaz.

Şimdi Türk Sınır Görevlileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği çıkıp bir açıklama yapsa ve “Bu filmi kınıyoruz, hiçbir Türk sınır görevlisi böyle bir şuursuzluk yapmaz. Görev sırasında yiyip içmeyeceği gibi, yiyip içse de hiçbir zaman malzeme eksikliği çekecek bir hazırlıksız yakalanma durumunda olmaz. Bu reklamı kınıyor, duyarlı Türk halkını Tutku yememeye çağırıyoruz. Atatürk’ün “Türk sınır görevlisi, kuşkusuz dünyanın en içten ve gönül dostu sınır görevlisidir” şeklindeki sözünü bir kere daha hatırlatıyoruz” türü bir açıklama yapsa haksız mı?

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Eğer kapı sınıra yakın bir yerde ise açık tutun, belki tutkulu (her iki anlamda da) motorsikletli zibidiler gelir, biz de eğleniriz )

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Salı, Mart 07, 2006

Ruhsatsız ve Kaçak Huysuzlanmalar Karşılarında Beni Bulur

+ Kalp Gözü, Sırlar Dünyası, 5.Boyut, Büyük Buluşma gibi “Ölümden öte köy mü var behey gafil?” türü “hayatta neler oluyor?” mesajı veren belgesel (!) programlarda içki içenler dünyanın en lanet, mendebur, tipsiz, durduk yerde nefret edilesi, iki tekme atılası adamları olarak gösteriliyor.

Halbuki benim bazı arkadaşlarım var, içince dünya şekeri insanlar oluyor (hayır, içmeyince de öyleler ama ne bileyim içince daha bir şeker oluyorlar).

Buna ne buyurulur? Niye bu programlar gerçeklikten bu kadar uzak, nemrut alemci tiplerle dolu, benim arkadaşlarım tipinde insanlar niye tanıtılmıyor?

+ Emre Aköz, bir Sabah Gazetesi yazarı…Reklamını yapmak istemem ama şimdiye kadar gazete yazarlarına 3 defa huysuzluk yaptım. “Öyle değil, böyle” dedim, ikisi bu arkadaşa denk geldi.

Birincisi havaalanlarında yapılan güvenlik araştırmalarının sıkılığına ve yarattığı zaman kaybına dair yaptığı ruhsatsız ve kaçak huysuzluğuna huysuzlanmam oldu.

Siz ne diyorsunuz yahu? Her türlü güvenlik önlemi tabii ki alınmalı, hatta oradaki polis adamın gitmesine izin verse, ben izin vermemeliyim. Sonuçta o polis alanda kalacak ama ben o “cik-cik” veya “voink-voink” öten adamla aynı uçakla uçacağım” dedim..

O bana “ama diğer şehirlerde öyle olmuyor” dedi, ben ona “bana ne öbür şehirlerden bir sinagog, bir HSBC binası bombalaması daha yaşamak istemiyorum” dedim..O bana dedi, ben ona dedim, ööle kan ter içinde uyanmışım…(sonra da ertesi günlerden birinde benim yazısını eleştirmemden bahsedeceğine bir başka okuyucunun “hakikaten öyle Emre bey ya, defalarca Düsseldorf’a gittim, orada böyle bir uygulama görmedim” türü bir yazısını ekleştirdi. E oldu mu şimdi?)

Bu sefer, çocuklarla ilgili bir yazısında “Fikret Eser (arkadaşı) laf arasında Doğu'nun (arkadaşının oğlu), bir yandan ' game boy' oynarken, bir yandan TV izlediğini... Bu arada sohbet eden diğer aile üyelerine de laf yetiştirdiğini de anlattı ki... ' Şimdiki çocuklar konsantre olamıyor' diyenlere duyururum." diye bir lafla bağlamış konusunu.

E oldu mu şimdi? (Bu başka “E oldu mu şimdi?” deminki ile zaman ve zemin benzerliği yok)…Aköz, iki konuyu birbirine karıştırmış” lafını takiben kendisine dedim ki :

Sizin bahsettiğiniz konsantrasyon değil "multi-tasking" özelliği

Size söylemeye gerek olmayabilir ama ‘Multi-Tasking’ işlemcilerin aynı anda iki ve daha fazla farklı programdan gelen komutları eş zamanlı olarak işleyebilmesi. Bu güzel bir özellik, ancak biz ebeveynleri düşündüren şey konsantrasyon süresi...

TV kuşağı çocuklarının konsantrasyon sürelerinin bir reklam yayın uzunluğuna kadar azalması sıkıntı yaratıyor. Yani çocuğunuza söylemek istediğinizi 30 saniye içinde söylediniz söylediniz, söyleyemediniz çocuk ilgisini yitiriyor ve yeni bir konuya geçmeye hazır bekliyor.

Ve bu çocuklardan bir derslikte oturup 40-50 dakika milli tarih dinleyip, Akdeniz'in bitki örtüsüne ilgi göstermesini bekliyoruz.

4-5 konuyu aynı anda yarım dakikalık kapsüllerde vermek, karşılayıcı sistemde problem yaratmayacak ancak bir konuyu 4-5 dakika süre ile vermek dahi zorlaşıyor.

Problem yaratan bu, size "çocuklar konsantre olamıyor" diyenler aslında bunu söylemek istiyor.

Saygılarımla


Daha ne diyeyim? Değil mi ama?

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Emre Aköz pişman olduğunu, bundan sonra yazılarını önce bana okutup sonra yayınlayacağını, söylemek için gelmiş olabilir, “HOY içeride, o da sizi bekliyordu” post-it’inin yerinde olduğuna emin olun. Bazen cereyan alıp götürüyor kağıdı )

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Cuma, Şubat 03, 2006

Ömür Boyu Garanti - Kar Taneleri -TNA Impact

Gold Master uydu anten reklamlarında davudî bir ses gümbür gümbür haykırıyor :

Goooold Master..Dünyada bir ilk...Öm-mür boyu garanti...”

Nasıl yani? Kimin ömrü boyu?

Satın alan kişinin ömrü boyu ve çocuklarına miras olarak bırakamıyor mu?
Firmanın ömrünün boyu mu? Yarın öbürgün şirket evliliği yaparsa “sizinle kan bağımız zayıfladı” deyip vazgeçecekler mi?

En komiği de aldığınız uydu antenin ömrü boyu ise yaşanır :

Uydu anteniniz sizlere ömür, bey(ham)fendi...Zaten aldığınızda da pek genç değilmiş, zavallı” dediklerinde suratınızın alacağı hali merak ediyorum.

Fazla merak etmemi istemeyenler, suratları o haldeyken bir fotoğraf çekip bana göndersinler

Ben, aralarından seçip, güzel bulduklarımı size gösteririm.

+Kar yağışı başladı, aylak bilimadamlarının ortaya attığı kerameti kendinden menkul bilimsel (!) gerçek (!) geyik muhabbetlerinde yine dönmeye başladı :

Biliyor musunuz? Hiç bir kar tanesi birbirinin aynı değilmiş...Ne öyle, inanmaz gözlerle bakıyorsun olm? Okuduğumu söylüyorum...Valla bak...Hayret birşey yaaa...Parmak izi gibi yani...”

Nasıl kardeşim ya? Sabah gözüme giren kar tanesi 1946’da Montana’ya yağan karın benzeri, veya Dr.Jivago’nun kalpağına süzülen kar tanesinin birebir aynısı demin Pülümür’e yağdı ise?

Nereden biliyor bilim adamları? Bütün yağan kar tanelerinin fotoğrafını çekip karşılaştırmışlar mı?

Bu kadar, sayıca çok, aylak bilim adamı olduğunu sanmıyorum. Olsa olsa, vatandaşımızın 1,000 YTL saymasına benzer birşey olmuştur :

10....20...30...40...50......540...550....560....570.......880...890...Amaaan buraya kadar doğru ise bundan sonrası da doğrudur” deyip saymayı bırakmış ya, işte o hesap...

Aylak bilim adamları da 50-60 kar tanesini inceledikten sonra anneleri gelip “manyak mısınız yavrum sizler? Girin içeriye üşüteceksiniz, bakın hepinize sahlep yaptık. İn kardanadamın üzerinden annesinin güzeli...Tüüü..Kardanadam değil, kardankadınmış..Şimdi geliyorum oraya...” demişlerdir.

Onlar da “bu kadarı benzemiyorsa diğerleri de benzemiyordur...yayınlayalım makalemizi gitsin” demişlerdir....Öyle olmuştur yani...Yoksa o kadar biliminsanı nerde? (Bakın hatamı son anda farkettim, “bilimadamı” yerine “biliminsanı” dedim..Artık 3 defa feminist kızdırma hakkı elde ettim.)

+ Yıllarca ABD’de yaşamış bir arkadaşım, yıllardır içimde ukte olan bir sorunu 3 saniye içinde söktü attı...”Helal olsun”larım onunla olsun...

Küçüklüğümden beri Amerikan Güreşi’nde bir katakulli, önceden anlaşma, şike olduğu konusunda şüphelerim vardır. Küçükken ne alaka ise “pankreas” adı ile tanıdığımız bu gösteri sporunda normalde bel, kafa, kol kıracak, göz çıkartacak, diz kayması, göbek çökmesi, bağırsak dolamasına yol açacak hareketler bir dublör güzelliğinde gayet güzel sergileniyor.

Spikerin bizi gaza getirme anlatım tarzını da anlarım ama o kendini kaptırmış, delicesine tezahürat eden seyircilere ne oluyor yahu? Onlar gerçekten de Abyss’in, Most Wanted ekibinin kafaları kırılana kadar üzerinde zıpladığını mı düşünüyor? Ne mene bir IQ düşüklüğüdür bu?

...dedim, ABD kültürünü özümsemiş, onları çözmüş arkadaşıma...O da bana :

Yaa biz tiyatro oyunlarında kendimizi kaptırmıyor muyuz? Kadını, oradaki adamın gerçek karısı zannedip, aldattığını mı düşünüyoruz? Bak, en güzel örnek Babam ve Oğlum filmi, millet böngür böngür ağlıyormuş...Demek ki oradaki seyirciler de bir “show business” gözü ile bakıp kendilerini kaptırıyor. Yoksa rol kestiklerini onlar da biliyor
dedi...

Halka karşı ağlamamak için “Babam ve Oğlum”un DVD’sinin çıkmasını bekleyen benim için bu açıklama gayet mantıklı ve nefes açıcı geldi.

Ama” diye ekledi arkadaşım “gene de olayı gerçek zanneden bir yüzde 20’lik kitleyi gözardı etmeyelim

ABD doğumlu kızına sordu, kız “Yüzde 20’yi aşar baba” dedi...

Teşekkür ediyorum kendisine, hayatımda “nasıl yani?” boyutlarında kara bir delik olan bu olayı aydınlattığı için.

Artık Eurosport’ta TNA Impact dizisini rahat rahat ve seyirciye sinirlendirmeden izliyoruz oğlumla...Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Kapıda bir Amerikan güreşçisi üzerinde “Harder Than Hardcore” yazan tişörtü ile sinirli sinirli bekliyor olabilir. Göründüğü kadar sert biri değil...Şaka o, şaka...Komiklik olsun diye yapıyor yani. Suratına kapatın gitsin)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Perşembe, Kasım 10, 2005

Göztepe Parkına Cami

Salı, Kasım 01, 2005

Neden geçmişimizi geleceğimizden daha çok seviyoruz?

Geçenlerde mezunu olmaktan gurur duyduğum lisenin mezunları arasında kurulan e-posta dağıtım listesine gelen bir mesajla muhabbet başladı.

Şimdilerde yeniden alevlenen “niye bizi AB’ye almasınlar ki?” merkezli, “şöyle bir ulusuz, böyle bir milletiz. Üyeliğimizle biz değil onlar kazanacak haberleri yok” türü muhabbete bir örnek.

Bir arkadaş şu linki göndererek “10 dakikanız var mı?” diye sormuş. İsterseniz 10 dakika ayırın önce şu adresteki gösteriyi bir inceleyin ben huysuzluklarımı sonra yapayım :

http://www.goldenhorn-rotary.com/ercu/ERCU_FLASH_tur.html

Hah..İncelediniz mi? Nasıl? Göz pınarlarınız doldu, nasıl zenginliklerle dolu bir memlekette yaşadığımıza bir kere daha şükrettiniz değil mi?

Ama ben, aşağıdaki gibi huysuzluk yaptım :

10 dakikam değil yarım günüm de feda olsun ama nedir bu?

3000 tane slayt varsa 2500 tanesi eski Yunan, Hitit, Frigya...yani senin eserin olmayan hatta gelip işgalci olarak el koyduğun topraklarda senden önce yaşayan insanların yaptıkları, yaşadıkları, yarattıkları ile övünüyorsun...

Sen ki Osmanlı mirasını bile reddetmişin ama onun döneminden de bir Hollandalılara lale vermişliğin var, bir Yahudilere kucak açmışlığın bir de yoğurt..."Ne yoğurt mu dedin?"deki yoğurt...

Türkün Türke propagandasının üstüne üstlük taş atıp da kolunun yorulmadığı olaylardan yağ çıkartma çabası..

Düşünsenize Mısır AB kapısında :

-Hayırdır genç?
-Bizi AB'ye alın
-Niye?
-Bizim piramitlerimiz var, sizin bugünkü teknoloji bile yapamaz
-Yani?
-Öyle işte...

(Buradaki "sen" tabii ki bu mesajı gönderen değil...Sadece huysuzluğumu, karşımda bunu yapan varmış gibi iletme çabası)

dedim.

Ağabeylerimden biri “Sen hakikaten bir parçası olduğun toplumu ifadende Anadolu’yu işgal edenler olarak mı değerlendiriyorsun, yoksa bu bir surc-u lisan veya huysuzlugunun sonucu mudur?” diye sordu.

Ben de aşağıdaki yanıtı verdim :

Huysuzluğumun bir parçası olduğu doğru...Çünkü birileri "Türk'ün Türk'e propagandası"na huysuzluk etmeli, bir tek Çetin Altan yetmiyor :)

Kimin işgalci, kimin sahip olduğu, nereden bakacağınıza bağlı...Türk olmam, bununla gurur duyuyor olmam, tarihi gerçekleri gözardı etmeme yetmiyor...

Şöyle düşünelim...

Türklükle ilgili bizim dünyaya verdiğimiz ilk kalıcı eser Orhun yazıtları..Bunda hemfikirsek hemen yazılış tarihini söylüyorum 8.yüzyılın başları..

Peki mesela Ayasofya ne zaman yapılmış? 537 yılında tamamlanmış. Yani o saçma şiirdeki "Türk olmasaydı Tarih'e yazacak ne vardı" böbürlenmelerinin çok ötesine gitmemiz lazım değil mi?

Tamam bu eserlerimizle övünelim ama bunu tarihe meraklı turistlere yönelik broşürlerde yapalım. "Bizi AB'ye almak zorundasınız oğlum"un bir parçası olarak değil.

"Noel baba bizim topraklarda yetişmiş, bu yüzden biz çocuk sevgisi ile dolar taşarız. Bu yüzden bu topraklarda ne sokak çocuğu ne de tinerci, kapkaçcı çocuk görebilirsiniz. Trafik ışıklarında cam silen çocuklar ise tamamen turistik animasyon çerçevesinde olmaktadır" diyebiliyorsak hakikaten Noel babanın bu topraklardaki varlığı bize birşey katmış demektir.

Meseleye sadece Türk gözü ile mi bakacağız yoksa dünya vatandaşı gözü ile mi? Bu toprakları ben de seviyorum...İyi ki başka bir ulus değil de biz yaşıyoruz tamam ama nasıl biz memleketlerinden kaçmış gelmiş ve bugün ABD vatandaşı olanlar için "kızılderili arazilerini işgal etti deyyuslar" diyorsak aynı şeyi Anadolu için söyleyecek insanlar da var..Ne yani biz Anadolu'ya geldiğimizde buralar bomboştu da biz "hazır sahibi yok, biz kullanalım bari" mi dedik ?

Bu konu uzar ancak benim demek istediğimi en iyi anlatacak olay belki şu...
Yıllarca Truva için dişe dokunur hiçbirşey yapmayıp Truva filminin maketini yapımcı firmadan istemek bizi ne kadar Truva'nın bugünkü sahibi yaparsa "bizim şimdi yaşadığımız yerlerde bunlar var, onun için bizi AB'ye kabul etmek zorundasınız, istediğiniz kriterleri tutturamasak da olur çünkü bizim Zeugma'mız var, Noel Baba bizim buralarda doğmuş" o kadar mantıklı bir propaganda aracı olarak kullanılabilir.

Yunan filozofları bizim topraklarda gezmiş tozmuş, bu bizim için de övünç kaynağı ama lafı uzatan insanlara "kes ulan, felsefe yapma" diyen de bizim ulusumuz değil mi?

Onun için bu lafı duymadan ben konuyu kapatayım en iyisi :)

Sevgiler, saygılar

dedim.

Normalde bu blogdaki yerimi başka yazarlara ayırmam veya kat karşılığı müteahhite vermem ama Çetin Altan üstad gerçekten tam da bu konuda çok daha iyisini çok daha usturuplu söylemiş.

Onun için sahneyi ona bırakmaktan başka çare yok (üstelik bu yazıyı 20 sene önce yazmış hala bugün yazılmış gibi. Umarım 20 yıl sonra “bugün yazılmış yazılmış gibi” durmaz

Neden geçmişimizi geleceğimizden daha çok seviyoruz?

GEÇMİŞİMİZE sövülmesine, geleceğimize sövülmesinden daha çok kızdığımız için mi?
***
Geçmişte geleceğimizi, şimdikinden daha parlak gördüğümüz için mi?
***
Geçmişte babamızın çevresi daha forsluyken, şimdi kendimiz aynı forslu çevreyi bulamadığımız; örneğin hemşeri sayılacak bir komiser muavini dahi tanımadığımız için mi?
***
Geçmişte olanaklarımız daha genişti de, şimdi daraldığı için mi?
a- Yediğimiz miras bittiği için...

b- Yaptığımız iş, örneğin semercilik eskisi kadar para getirmediği için...
c- Bankerlere yatırdığımız paranın önemli bir bölümü battığı için...
d- Yeni bir ev alıp borçlandığımız ve yüksek faiz ödediğimiz için...
e- Kazancımız hiç değişmediği halde fiyatlar yükseldiği için...
f- Geçmişte durumumuzun daha iyi olduğunu söylemeye ağzımız alıştığı ve eskiden de her zaman geçmişi yeğler göründüğümüz için...
***
Geçmişte devlet desteği ve devlet hoşgörüsüyle iş yürüttüğümüz ve şimdilerde bu kolaylıkları sağlamak girişimlerinde daha zorlandığımız için mi?
***
Geçmişte sevgilimizle çok iyi anlaşırken; bir hiç yüzünden aramız açıldığı ve yerine de kimseyi koyamadığımız için mi?

***
Geçmişte kilomuz daha az olduğu ve göbeğimiz yarım Diyarbakır karpuzu gibi öne doğru çıkmadığı için mi?
***
Geçmişte karaciğerimiz şimdiki kadar yorgun olmadığından; o zamanki neşemizi artık bulamadığımız ve gitgide artan karamsarlığımıza entelektüel bir neden bulmak gerektiği için mi?
***
Geçmişte siyaset üstüne kurduğumuz umutlar bittiği için mi?
***
Geçmişte göremediğimiz yanılgıları şimdi gördüğümüz ve artık hiçbirini de düzeltme olanağımız kalmadığı için mi?
***
Geçmişte ileriye dönük kurduğumuz projeleri, artık gerçekleştirme olanağı bulunmadığı ve düşlerle vakit geçirme avuntumuz sona erdiği için mi?
***
Geçmiştekinden daha kötü durumda değilse de; bize yine hiçbir yararı dokunmayacağını bildiğimiz iktidara kızdığımız için mi?
***
Geçmişte olmayan dertler, örneğin çocuklarla ilgili harcamalar karşımıza dikildiği için mi?
***
Geçmişte atıp savururken, şimdi emekli olduğumuz ve artık atıp savurmamıza kimse kulak asmadığı için mi?
***
Geçmişte sorumsuz bir gençken, şimdi sorumlu bir aile babası olduğumuz için mi?
***
Geçmişte hiç tatile çıkmazken, şimdi daha çok tatile çıktığımız halde; onca harcamalara karşın, bir türlü dinlenip eğlenemediğimiz için mi?
***
Geçmişte kendi kuşak yarışımız henüz bitmemişken; şimdi herkes ipi az-çok göğüslediği ve önlerde yer alamadığımız kuşkusu yüreğimizi kemirdiği için mi?
***
Geçmişe karşı geleceği, Picasso gibi ileride daha çok anlaşılacaklarına inananlar beğendiği; bizim ise böyle bir tutkumuz olmadığı için mi?

?????????

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Yok eğer bu kapı medeniyete açılan kapı ise, sonuna kadar açık bırakın. İsteyen gitsin, isteyen gelsin)

Toplumsal ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Çarşamba, Ekim 05, 2005

Neler Oluyor Bayanlara ?

+ Bayanlara birşeyler oldu. Şarkı sözlerinde bu açık seçik izlenebiliyor. “Senin için canım feda, ayıpsın...Lafı mı olur? Seni affetmek benim en birinci görevim. Varlığımın yegane sebebi budur”lardan tehditlerle dolu şarkılara geçtik.

Niye oldu, nasıl oldu bilmiyorum ama en eski Nil Karaibrahimgil’e kadar geri dönebiliyorum

Gitme yoksa katlederim bizim yan komşuları
Sonra polise derim öldürmüş masumları
Gitme yoksa düşer yolum kiralık katillere

Sonra vurup durursun ıssız sahillere
Gitme yoksa adım geçer akşam haberlerinde
Git gide yaşlanırsın bir akıl hastanesinde

Bendeniz de

Bastım mühürü görecek gününü
Arayıp soracak tek tek bakacak
Evirip çevirip düşecek elime
Canını yakarım hadi gör bakalım

Bal döken diline kırmızı biberi
Sürmedim ama sürerim bu defa

diye aba altından sopa gösterdi.

Yılların alttan alan, “ne yaptıysan yaptın, kalk gel” diyen, “bu gece gel yarın istersen yine git” diyen Sezen Aksu ablayı birileri çok kötü kızdırmış, hayatından çıkmasını istediği şahsa, “görürsem ağzını burnunu kıracağım” diyor (ama gene de kibarlığı elden bırakmayıp “lütfen” demeyi ihmal etmiyor)




Lütfen
Görmeyeyim seni
Bir yerlerde karşıma çıkma
Konuşmayalım, bakışmayalım
Ne olursun





Yeşim Salkım'da da tehditin biri bin para (yoksa tersi miydi?)

Çok yalvardım dinlemedin
Sana olan aşkımı
Korkuyorum kıracağım
Yakacağım canını

Kaç kurtar kendini benden
Olacaklardan korkuyorum
Aklıma kötü kötü şeyler geliyor
Bak seni son kez uyarıyorum

Başkaları da vardır muhakkak ama benim aklıma gelen, son zamanlarda seyrettiğim bunlar var.

Madem söz müzikten açıldı ben de 2 aydır sabahları erken kalkıp spor yaparken müzik kanalları dinleyerek otorite oldum, bu konuda devam edeyim.

+ Kariyerini, eski manitası İbrahim’e olan nefret, hırs, intikam alma duyguları ve alay etme küçük görme sözleri ile bezeli şarkılara yaslamış Demet Akalın diyor ki

Zaten bir anda sevmiştim seni
Çok geçmez unuturum

Hani maliyet muhasebesinde “ilk giren ilk çıkar (FIFO)”, “Son giren ilk çıkar (LIFO)” gibi hesaplama yöntemleri vardır. Demet hanım da “bir anda sevilen, hemen unutulur” gibi bir kural benimsetmeye çalışıyor.

Demek ki unutulmayacak aşklar ilk görüşte olanlar değil, sindire sindire yıllar hatta onyıllar süren bir imbikten geçtikten sonra oluyor. Uzun yıllar sürecek aşklar yaşamak isteyen yeni neslin dikkatine...

+ Of Aman ön-ekini atmış olan Nalan’ın “Adresi Biliyorsun” klibinin senaryosunu daha doğrusu vermek istediği mesajı anlamadım.

Bir yatak, somyası ile birlikte şehrin trafiğinde geziyor. Üstünde Nalan ve manitası var. Klibin başında adam sırtüstü yatıyor. Nalan ata biner gibi üstüne çıkıyor. Adam elini Nalan’ın, afedersiniz poposuna, götürmeye çalıştığında “Yasak” tabelası ile Nalan elini oradan çektiriyor, adam bozuluyor, surat ediyor, klip ondan sonraki tartışmaları bize yansıtıyor.

Nalan da :

Şimdi senle ayrıldık mı yani?
Kaybedenlerden olduk mu yani?

diye sormaya başlıyor.

Şimdi bu nedir? Genç kızlara “bakın erkeklere belli sınırlar çizerseniz çok bozulurlar, sonra hem onlar hem de siz üzülürsünüz” mesajı mı yoksa delikanlılara “sınırları aşarsanız kızlar sizi reddeder...ama önemli değil bir kliplik süre içinde tekrar barışırsınız ve kaldığınız yerden devam edersiniz” mesajı mı?

Anlamadım ama garip...

+ Gökhan Özen’in “Benim için ne yapardın?” klibi zekice bir ironi ile üzerine kurulmuş. Hani Gökhan Özen yıllar önce (yoksa geçen sene miydi?) denizde jet-ski ile kaybolmuştu, günler sonra (yoksa saatler miydi?) bulunmuştu ya...

Hah, işte bu klipte sahil cankurtaran görevlisi olarak görev yapıyor. Yanında da iki manken, bir nevi BayWatch dizisi ambiyansı yakalamışlar (yani yakalamaya çalışmışlar)

O dizi, henüz, Türkiye’de oynamadı ama bazen görüyoruz ki Pamela Anderson ve diğer güzeller iri göğüsleri ile hoplaya zıplaya boğulan kurtarmaya gidiyor. Gökhan Özen’in yanındaki iki güzelden birinde ise sanki bir limonu ikiye bölmüşsünüz de yarım yarım sutyenin içine koymuşsunuz gibi. Olmamış...Böyle bir detaya nasıl dikkat edilmez? Yazık...(Hem hanım kızımıza hem seyredenlere...)

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Bu kapı kontrolü ile ilgili bir video klip çekilse de ona da huysuzlansam keşke)

Toplumsal Ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun.

Çarşamba, Eylül 21, 2005

Danimarka Özel Sayısı

+ Herkes artık rahat uyuyabilir. İskandinav kızlarının çekiciliğinin sırrını buldum ve bunun tarihsel, genetik gerekçesini de keşfettim.

Darısı başınıza, geçen hafta (neye göre, kime göre, ne zamana göre geçen hafta? Olsun...) sevgili eşimle birlikte Danimarka’ya gittik.

Dan kızlarını inceledim, inceledim ve şunu keşfettim ki, Dan kızlarının (geçen sene yaptığım gezideki Fin, Norveç ve İsveç kızları da dahil olmak üzere) yüzlerine dikkatle baktığınızda istisnasız hepsi gülümsüyor. Bizim bayanlarımız ise yüzlerine uzun süreli bakıldığı zaman (kendi tecrübelerim değil, ben yapmam öyle şeyler... Arkadaşlar öyle diyor) ya gözlerini kaçırıp başka tarafa bakıyorlar, ya da hır çıkartıyorlar(mış).

O zaman sıra bilim dünyasına hediye edeceğim “ya, bunlar niye böyle yapıyor?” konulu çalışmaya.



Hiçbir bilimsel, antropolojik, sosyolojik temeli olmamasına rağmen kendisine bilimselmiş süsü veren görüşüm şöyle:

Şimdi bunlar Vikinglerden geliyor ya...(böyle başlayınca da bilimsellikten tamamen kopup, kahve ağzına dönüyor, Herodot Cevdet anlatıyormuş gibi oluyor, böyle yapmayayım)
Bilindiği gibi İskandinav ülke halklarının kökeni Vikinglerdir. Vikingler, bütün tarihi kayıtlara göre savaşçı bir halk. Hele erkekleri kana susamış yağmacı, talancı, vahşiler (umarım bunu Vikingler okumuyordur). Bir Viking erkeği bir kadına baktığı zaman, kadının iki seçeneği var:

1-Viking erkeğini “hayvansın sen, öküz. Ne öyle dik dik bakıyon? Sen kadın ruhundan ne anlarsın? Çeksene elini, kırıcan mı belimi?” bakışları ile süzecek ve kafasına baltayı yiyecek, öldüğü için de gen havuzundan çekilecek

2- Viking erkeğine “bak sana gülümsüyorum, beni öldürmene gerek yok. Ben senin düşmanın değilim, birlikte daha çok eğlenebiliriz” diyecek, hayatı kurtulacak, bu zekası ve sevimliliği gelecek kuşaklara genleri aracılığı ile aktarılacak.

Yani 1. seçeneği kullananlar piyasadan çekilirken, 2. seçeneği tercih edenlerin genlerinden gelen İskandinav kızları bugün hepimize gülümsüyor (olayı kişisel almaya, “oleeey kız bana gülümsedi” diye başka manalar çıkarmaya ve olayı ilerletmeye çalışmaya gerek yok - hayır, başıma geldiğinden değil, arkadaşlar öyle diyor, öyle tecrübeler kazanmışlar)

Bu teorimi ciddi ciddi dinleyen bir arkadaşım da :

“Güzel, mantıklı” dedi... “şöyle de olabilir, Vikingler savaşçı millet ya, erkekleri devamlı gemilere atlayıp sağa sola savaşmaya gidiyor. Yani Viking kadınının erkek görme olasılığı kısıtlı. Onun için etrafta erkek gördükleri zaman da gülümsüyor olamaz mı?”...

Olur...Gerekçesi ne olursa olsun, çok güzel gülümsüyorlar. Ve insan kendini birşey zannediyor...

+ Danimarka’da en kârlı iş, bisiklet temini ve tamiri. Ben fitness merkezlerinde bile böylesine bir bisiklete binme çılgınlığı görmedim. Delirmiş onlar...Kan-ter içinde pedal basıyorlar. Bir de kendi yollarında yürüyen yayalardan çatlayasıya nefret ediyorlar.

Ezmek veya çıngırakları ile horlamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Bir de “Sağa döneceğim”, “Sola döneceğim”, “Duracağım” diye ellerini kaldırıp işaret vermeleri yok mu, sanırsınız beyin ameliyatına girecekler veya şirketin borsada halka açılmasına karar veriyorlar. Öyle bir ciddiyet...

+ Dönüş yolunda yabancı da olsa “THY için check-in yapıyor, Türklere alışmıştır” mantığı ile tezgahtaki kızımıza “3. bavul olarak elbise çantamı da kargoya vermek istiyorum” dedim. Kız, “ama iki bavulunuz zaten 44 kilo geliyor” dedi...Ben de “bu uçak, bu elbise çantasını da taşıyacak...Ha ben yanımda götürmüşüm, başımın üzerindeki dolaplarda taşınmış, ha kargoda taşınmış, uçak için ne farkeder ki?” dedim...Kız, düşündü...Düşündü... “Peki verin, kargoya alayım” dedi...Huysuzluk, yerinde ve makul miktarda yapılınca hem insanların düşünmesine yarıyor, hem de sonuç alabiliyorsunuz. Tabi kime, hangi dozda yapacağınızı bilmeniz lazım.

Atatürk havaalanında, pasaport kontrolünden geçmişiz, en son çıkışta, hırpâni kılıklı, sarhoş tipli biri “pasaportlarınıza bakabilir miyim?” dedi, “ne yapacaksın sen bizim pasaportları?” dedim, “Kontrol edeceğim” dedi... “Sen normal vatandaş mısın, görevli misin?” dedim. O zaman hırkasının yakasını açıp “Gümrük Muhafaza Memuru” işlemesini gösterdi. “E, o zaman ne bu kıyafet?” dedim, “Üşüdük de ondan” dedi...

İşte bu aşamadan devam ettirilecek huysuzluk, “aç o zaman bavulları, tek tek kontrol edeceğim”e yol açabileceğinden, tadında bırakılması gereken huysuzluğa giriyor. Normalde adamın pasaporta bakıp birşey bulması olanaksız, çünkü pasaport polisi zaten kontrol etmiş ve ellerinde sistemler varken birşey bulamamış, sen gözle taramada ne bulacaksın? Ama olsun, bir HOY olarak geri çekilmeyi de bilmek lazım.

2 pasaport verdim, önce eşiminki çıktı, “bunu istemem” diye geri verdi. “Ne alaka? Niye ille de benim pasaport?” dediğimde, “senin pasaportun varken, bayanın pasaportunu ne yapayım?” dedi...(Sarhoşa benzediğini söylemiştim, değil mi? Başka bir izahı olamaz çünkü). En son “ne iş yapıyorsunuz?” dedi... “Bankacıyım” dedim... “Tebrik ederim, iyi akşamlar” dedi pasaportu geri verdi.

Neyi tebrik ettiğini anlamadım...Bir HOY olarak adamın boğazına sarılmadığım için olabilir mi?

+ Danimarka gezisi ile bir ilgisi yok (peki peki “niye eksik anlatıyorsun yau?” diyen pimpiriklenmeleri boşa çıkartayım, sonuna Hollanda’yı da sıkıştırdık) ama Sabah gazetesinde gördüğüm şu haber, yayın hayatına başlayan Ekşi de bile göremeyeceğim dumur düzeyinde bir haber olmuş...(Bu arada Ekşi dergisi çok iyi olmuş. Benim tek başıma 1990’lı yıllarda (sanki 10 yıl boyunca olmuş gibi oldu ama tam tarihi hatırlayamadım şimdi), tek sayfa olarak, 6 sayı çıkarttığım aylık Heralde Dürbün dergisinin yazı ve espri üslubunda çok güzel bir dergi olmuş. Emeği geçen herkesi tebrik, herkese teşekkür ederim)

Gazze Şeridi'ndeki 38 yıllık İsrail işgali bitti... Son Yahudi yerleşimi Gush Katif'in boşaltılmasıyla Filistinli çocuklar 'yasak' sahillere akın etti. Hayatlarında ilk kez denizi gören 3 Filistinli boğuldu.
Demek ki yıllarca İsrail askerleri Filistin’li çocuklara sahilleri yasaklayarak hayatlarını kurtarıyorlarmış da haberleri yokmuş.

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Hele kapı denize açılıyorsa, üstüne bir de kilitleyin Filistin’li çocuklar kaçıp denize girebilir)

Toplumsal Ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun

Cuma, Eylül 02, 2005

Kadın Beyni - Erkek Beyni

Son zamanlarda internet ortamında dolaşan bir fıkra var. Önce fıkrayı yazayım da huysuzluğumu daha sonra yapayım :


>>Agir bir hasta hastahanede.Tum ailesi bekleme odasinda doktorlardan haber
>>bekliyor. Yorgun ve umutsuz bakisli bir doktor cikiyor "Tek yasam sansi
>>var oda beyin nakli. Boyle bir ameliyati ilk olarak deneyacegiz, tabi
>>masraflar hastanin ailesine ait." Aile, saskin, yorgun, caresiz...?
>>Aralarindan biri "Peki ama fiat nedir diyor ?" Degisir diyor cerrah. 5000
>>Euro erkek beyni kullanirsak, 200 euro kadin beyni kullanirsak. Uzun bir
>>sessizlik olur. Beyler gulmemeye calisirlar. Hanimlarla gozgoze gelmekten
>>kacarlar. Ama aralarindan biri merakini yenemez, peki doktor bu fiat
>>farkinin nedeni nedir diye sorar.Cerrah gulumser. "Eh tabi, ayni arabalar
>>gibi, kadin beyinleri de ucuz oluyor akillarini cok kullandiklari icin.
>>Kullanilmis akil, kullanilmis beyin :) Erkek beyni hic kullanilmamis sifir
>>km araba gibi pahali oluyor." :))))))
<<< Hikayenin ortasinda gulumseyen beyleree selam.??
>
>>>Hikayenin sonunda gulumseyen hanimlar opuldunuz !!


Şimdi bu bir nedir?

Bu fıkranın, ki gerçek olma ihtimali çok yüksek, bir kadın beyninden çıkıp kadın beynini yücelttiğini düşünen hanımlar : iki defa öpüldünüz

Erkeğin beyninin kullanılmamış olması onu rencide etmez, tam tersine yüceltir. 40 yaşına kadar kullanmasına gerek yoktur çünkü kendininki yerine kadının beynini kullanır, (Bilişim Dünyasından örnek vermek gerekirse, nasıl Microsoft yıllarca tek kuruş para vermeden Apple'ı Araştırma Geliştirme merkezi olarak kullanmış ve son aşamada onun işletim sisteminin güzelliklerini alıp Windows 95 ve devamını getirdi ise, bu da öyle birşey) işte bu yüzden 40 yaşına geldiğinde kadın beyni artık rektifiye gerektirecek kadar miadını doldurmuş (çünkü o zamana kadar en az iki kişi için düşünmek zorunda kalmıştır - bu açıklamayı da niye yaptıysam artık) erkek beyni ise 0 (yazı ile sıfır) kilometre bir Ferrari bekaretinde kalmıştır.

Zaten 40 yaşından sonraki problemler de buradan çıkıyor...("40'ından sonra azanı teneşir paklar"mış, hadi canım olsa olsa masaj yatakları paklar)

Erkek beynini kullanmaya başlıyor ama kadında kullanacak beyin kalmamış o hala "süpürge ettim saçlarımı , kabullendim suçlarını, yerine ben içtim, sakinleştim içmediğin ilaçlarını" diyerek neler olduğunu anlamaya çalışıyor.

Bu yazıda "vay kadınlara hakaret ediyor zibidi" diyen hanımlar...sizi öpmüyorum işte...Oh olsun...

Pazartesi, Ağustos 15, 2005

Petek Dinçöz Özel Sayısı

+ Kadıköy meydanında bir afiş “BİR İMZA’DA SEN VER KIBRIS TÜRK KALSIN” İmza Hukukçular Birliği...

Hadi aslında ayrı yazılması gereken “–da” ekinin bir kesme işareti marifeti ile ayrılmaya çalışılmasını sempati ile karşılayalım ama...

Nasıl yani? BM’den Kofi Annan, ABD’den Bush, AB’den dönem başkanı kimse, bize “şu kadar imza toplayın Kıbrıs sizde kalsın” diye bir söz mü verdi?

Arkadaşlar, yoldaşlar, Romalılar..Sevgili site sakinleri (veya site coşkunları)...

Yapmayın, etmeyin...Her zaman söylemişimdir, eğer bu işler imza toplamakla olsaydı şu anda beni evde sevgili eşim yerine Carmen Electra veya Charlise Theron (hangisi müsaitse) bekliyor olurdu...Kaç milyon imza gerekiyorsa toplarım...

+Petek Dinçöz’ü her yönü ile takdir ettiğim gerçeği, arkadaşlarım arasında bir komedi unsuru olarak algılanıyor. Bu Çarşamba, arkadaşlara şu mesajı gönderdim :
---------------------------------
Sabah sabah Petek Dinçöz ve benim ona hislerimi okumak sizi ne kadar eğlendirir bilmiyorum ama ben dün akşam ve bu sabah çok eğlendim (yanlış anlaşılmasın gece bişi olmadı)

Önce bu sabah :

PD'nin "Doktor Tavsiyesi" klibini ilk defa bu sabah baştan sona izledim. Mükemmel klip, çekimler, renkler, giysiler, PD, şarkı ama özellikle şarkının sözleri, tapılası felsefe içeriyor

Sana verdiğim tavizlerin
Yarısını kendime verseydim
Hiç bir derdim kalmazdı benim
Senin kadar kendimi sevseydim

(Narsist olmayı beceremeyen insanların içine düştüğü durumun felsefi açıklaması)

Süpürge ettim saçlarımı
Kabullendim suçlarını
Yerine ben içtim, sakinleştim
İçmediğin ilaçlarını

(“Fedakarlığın bu kadarı da olur mu yau?” dedirten bir hareket)

Hasta ettin sen beni hasta
Hasta olan sendin aslında
Yeni reçeteme seni yazmadı doktor
Kullanma diyor onu bir daha asla

(Reçetesiz ilaç kullanımının zararları üzerine eğitici bir kıta)

Dün akşam da Can Tanrıyar'la Can'lı Hayat programına katıldı.

Can'lı Hayat (daha önce seyretmemiştim, PD'nin hatırına oturup seyrettim) ünlüleri konuk edip hayatını anlattırdığı, anlattıklarını da canlandırma sahneleri ile görselleştiren acayip bir program.
Ve artık kabul ettiğim bir başka gerçek de PD, 6 yıldır Can'la birlikte ve hala yolunda giden ilişkileri var...

Arkada boğaz manzarası :

Can: Söyleyin Petek hanım, Can Tanrıyarla nasıl tanıştınız?
PD: Can, sen kafayı mı yedin? Hatırlamıyor musun?
Can:Yaa ben burada sunucuyum, tabii ki bildiğim şeyleri de soracağım..
PD: Haa, tamam o zaman..Anlatayım, bak dinle...

-------

Programın bir yerinde PD diyor ki :

Bak Can, birazdan söyleyeceğim lafları makaslar, montajlar, birşeyler yaparsan yemin ediyorum Çarşamba günü basın toplantısı yapıp herşeyi açıklarım

Can: Yapar mıyız hiç öyle şey?
PD:Yapıyorsunuz, yapıyorsunuuuz...

-----------

Tanışmaları için de Can Tanrıyar muhabirlerden birini PD'ye göndermiş

Animasyon

Muhabir: CT sizinle tanışmak istiyor, Petek abla
PD: CT kim ya, öyle benzin istasyonu markası gibi
Muhabir: Bizim patron ya..Her yerde kulağı olduğu için, biz ona aramızda onun hakkında konuşurken kısaca CT deriz

Sonra röportaj anına dönülüyor

Can:CT ne yaa? Acaba Can Tanrıyar'ın ilk harfleri olabilir mi?
PD: E, bravo Can bey, çok zekisiniz...

Çok güzel bir programdı, çok...Tekrarı olursa kaçırmayın...Devamı da önümüzdeki hafta imiş...
Doktor Tavsiyesi'ne de muhakkak uyun

Bunu gönderdiğim bayan arkadaşlardan “onu nasıl beğeniyorsun?”, “zekasını nasıl kabul edebiliyorsun?”, “o bir estetik cerrahî eser, doğal değil ki?” salvoları başladı.

Teker teker, hanımlar, teker teker...Hepsine yanıt vereceğim

onu nasıl beğeniyorsun?”...Nasıl beğenmem, boy pos onda, işve cilve onda, güzel ona derler...

zekasını nasıl kabul edebiliyorsun?” Kanımın son damlasına kadar inanıyor ve suratım morarana kadar iddia ederim ki kendisi çok zeki, tamamen rol yapıyor rol...Yoksa o gözüken zeka ile bunları başaramazdı...

o bir estetik cerrahî eser, doğal değil ki?”...Daha iyi ya...Bana güzel gözükmek için bıçak altına yatmayı bile kabul etmiş. Böyle bir davranış, takdir edilmez de ne yapılır?

Böyle eleştiren bayanlar sanki saçlarını toplamadan, allık, ruj sürmeden çıkıyorlar dışarıya? Sanki far doğal bir malzeme, dip boya ve perma genlere işlemiş bir organ...

Dikkat edin, bir topluluğa, bayanların “hoppa, hafif, yollu” tabir ettiği bir bayan geldiğinde diğer bayanlar nasıl tedirgin oluyor...Bir rekabet havasına bürünüp, önce o bayanı topluluktan uzaklaştırma çalışıyor, bu olmazsa kendilerine o zamana kadar hiç bakmadıkları gibi bakmaya başlıyorlar. Ya eşler arasında kavgalar çıkıyor, kötü...Ya da kendileri hiç olmadıkları kadar güzelleşiyorlar, iyi...

Demek ki rekabetin daîm olması, biz erkekler için çok avantajlı bir şey...

+Mezun olduğum üniversite tenis şampiyonası düzenliyor :

(...)

BURCOPEN2005 Tenis Turnuvası Başlıyor. 15-28 Ağustos 2005 tarihlerinde gerçekleşecek olan turnuva 30+ tek bayan, 35+ tek erkek, 45+ tek erkek, yeni başlayan bayan ve yeni başlayan erkek kategorilerinde oynanacak.

(...)

Çok hoşuma gitti, bayanlar 35 yaşından sonra tenis oynamayı mı bırakıyor? Turnuvalara katılmaya mı bırakıyor? Yoksa "bu kategoride yarışırsam 35 yaş üstü olduğumu anlarlar" diye mi bayanlarda bu kategori olmuyor?

Belki de Türkiye’de gerçekten 35 yaş üzerinde bayan yok...

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Veya bu sefer açık bırakın, hatta kapatanı kınarım, sonuna kadar açık bırakın belki PD gelir)

Toplumsal Ahlakın sopası hepimizin üzerinde olsun

Pazartesi, Ağustos 08, 2005

Ankara, Ankara Sevimsiz Ankara

+ Ankara’yı sevmem...Seveni de sevmem diyemem ama sevmekte zorlanırım. Askerliğimi orada yapmadan önce de sevmezdim, yaparken de sevmedim. Şimdi de sevmiyorum.
Sevgili Atatürk’ün “Osmanlı mirasından hiçbirşey istemiyoruz. İstanbul olduğu gibi kalsın, biz bozkır’ın ortasında yepyeni bir şehir ve devlet kuracağız” demesinden sonra yıldızı parlamaya çalışmış bir şehir.

Bu avantajını kullanamamış. Veya kullanmış da ancak bu kadar olmuş.
Küçükken hoşuma giderdi Yahya Kemal’in “Ankara’nın bir tek İstanbul’a dönüşünü seviyorum” nüktesi.

“Niye sevmiyorum yau?” diye sorardım kendime. İlkokulda, güya Ankara’yı sevmek için öğretilen bir şarkı yüzünden olabilir mi?

Ankara, Ankara, güzel AnkaraSeni görmek ister her bahtı kara

E, buyurun bakalım? Neymiş? Bahtı karalar Ankara’yı görmek istermiş. Veya öteki taraftan
Ankara’yı bahtı karalar görmek istermiş.

Hiç eğlenmek isteyenler, içi yaşam sevinci dolu olanlar, sevgili ile elele dolaşmak isteyenler Ankara’yı görmek ister diyor mu? Demiyor.

E, ben de bahtı kara olmadığıma göre ne isteyeceğim Ankara’yı görmek?

Ama esas güzel açıklama Kürşat Başar’dan gelmiş :

(...)
Bu kentin simgesinin Rasat Tepe’deki o soğuk anıt-mezar olması bana hep derin bir hüzün veriyor artık.

Keşke, yaşamdan sonra sonsuz bir hayat bekleyen eski firavunların geleneğini izlemek yerine, O’nun burada, yepyeni bir ülkenin umutlarını taşıdığı günlerdeki alçakgönüllü, sıcak evini korusaydık, ölümü değil de hayatı bu kentin simgesi yapsaydık. Ve keşke, bütün bu evlerden O’nun gibi pek çok insan çıkabileceğine inansaydık

Evet artık Ankara’yı sevmiyorum. Zaten yıllardır hiç gitmedim
(...)

Helal olsun, güzel yazmış Kürşat. Yeni bir madde açmadan kitabı da, Kürşat’ı da öveyim. Kitabı bir bayan dergisindeki röportaja verdiği akıllı cevaplarla sevdim (Evet Emre bayan parfümü kullanıyor, ben de bayan dergileri okuyorum. Ne olmuş? Bayanlar başka türlü anlaşılmaz ki)
“Başucumda Müzik”, kadın gözü ve bakış açısından anlatılan bir roman.
Röportajda bayan röportör “Kadın gözünden çok iyi anlatmışsınız” deyince “evet, bütün foyanız ortaya çıktı bayanlar” diyor Kürşat, gülümseyerek (bilmiyorum ama gülümsemiştir muhakkak)

- Esas sizin bir foyanız ortaya çıktı, meğer kadını anlıyormuşsunuz

- Evet anlıyoruz ama anlamıyormuş gibi yapmak daha çok hoşumuza gidiyor, daha çok işimize geliyor

Alın okuyun, isterseniz röportajı da okuyun ama esas kitabı. Hatta yakında CD’si de çıkacakmış.
Kürşat, (nasıl bu kadar samimi oldum da adı ile hitap ediyorum bilmiyorum, o da bana HOY desin ne olmuş yani?) “kitabı yazarken hep müzik dinledim, istiyorum ki okuyucu da okurken dinlesin bunları, kimi çok tanıdık, kimi hiç bilmedikleri, bilemeyecekleri şarkılar var” diyor.
Kitap tanıtımı için bu kadar yeter. Özellikle “sevilmeyesi Ankara” maddesine sıkışmış hali ile çok bile.

Kürşat’ın kendi yazdığı

Senden ayrı olduğum bir tek an yok,Çok uzaklarda olsan bile

diye başlayan bir şiir/şarkısı da var ama onu da kitaptan devam edin artık

+Yukarı bir baktım da Kürşat Başar sayesinde Ankara maddesi bütün yazıyı kaplayacak kadar uzamış. İşte, Ankara’yı sevmemek için bir neden daha.

Ama yazıyı bitirmeden sevimli Ebru Çapa’nın (o da bayan huysuzlar arasında bir ekoldür. Kendisini bizim sitede “huysuz baldız” adı ile yazmaya ikna edemedim) Türkçe’ye yaptığı hoş bir katkı için kutlamak istiyoruz... Yani ben ve Dilim Derneği...

(...)

“Türkiye’nin en güzel kadını benim” şeklindeki, insana “Eyvah II. Hülya Avşar vak’ası geliyor” paniği yaşatan beyanatları mıdır, Pop Star dönemindeki başöğretmen tavırları mıdır; aralarda bir yerde fena halde Deniz Seki antipatizanı olmuş çıkmışım.

(...)

antipatizan...ne güzel bir uydurma laf yau...

Bir de Deniz Seki’nin Masal klibine yazdığı başköşe edilesi lafları :

(...)

Seksi klip ile “erotik olmaya çalışıyorduk, ölçüyü tutturamadık, paçoz olduk, yalan olduk klibi” arasında fark sorulacak olsa rahatlıkla parmakla gösterilebilir yani.
Bak şu, şu, şu, şu, paçoz; nah a Masal seksi diye...

(...)

Bu arada seksi klip deyince Gülşen’in Britney Spears klibinden apartılan Sarışınım’ı görmeden yayından kalktı. Wmv, mpg vb. formatta hali olanlar huysuzortayasli@gmail.com adresine atarlarsa kendilerine müteşşekir olurum.

Bir başka bu arada, Pakize Suda ölçüyü kaçırmış bugünkü mış-muş’un da (huysuzvelet olsa, “bak gene haftalık yazıda “bugün” dedi, yahu okuyucu bunu ne zaman okuyacak belli değil ki” diye huysuzluk ederdi.

Rus’un yediği içtiği Türk malıymış...E, her şey karşılıklı; bizim de yattığımız kalktığımız Rus malı
Siz kime mal diyorsunuz, hamfendi? Ayıp olmuyor mu?

Şimdilik bu kadar, son okuyan ışıkları kapatıp kapıyı çeksin, bir de dışarıdan yüklensin kapıya, bazen tam kapanmıyor. (Hele kapı Ankara yönünde ise tamamen kapatın. Kilitleyin. Anahtarı isteyeni de kınayın)

Toplumsal Ahlakın Sopası Üzerinize Olsun.

Çarşamba, Ağustos 03, 2005

Koşun...Mine Kırıkkanat'ı linç ediyorlar !

Mine Kırıkkanat ekteki yazıyı yazdı ve her kesimden linç girişimler başladı..Yazıyı aşağıda okursunuz ama ben önce huysuzlanmamı yapayım :

Yoook arkadaş yok kitle faşizmine yedirmem ben Kırıkkanat'ımı....Nedir kardeşim? Halk plajlara hücum ediyor, vatandaş denize girecek yer bulamıyor..."Halkım benim" diye yüceltilen, "onun canı yok mu kardeşim?" diye popülizm yapılan bir günde hayatımı, gördüklerimi çirkinleştiren "allaam onlarla aynı havayı soluyorum" dediğim insanları yanımda istememe, onları sevmemek hatta iğrenmek, uzakta kalmak gittiğim yerlerde bulunmamalarını istemek en doğal hakkım...Mine de bu hakkını kullanmış..

Mine'yi linç etmeye çalışan tipler çok istiyorlarsa onları kendi villalarının havuzlarında serinletsin, ben onları görmek istemiyorum...

Bunu bana gönderen arkadaşa şu linki

Topbaş’ı isyan ettiren manzara

ve şu karikatürü gönderdim



O da bana

Donla denize girenleri savunmuyorum. Eyvah kıyamet kopuyor diyen tatlı su entellerine lafım.

dedi

Ben de ona

"evet, tabii ki kıyamet kopuyor...Ormandan şehre yürüyerek inmiş, insan içine karışmış, her nasılsa konuşmayı öğrenmiş ama ayılıklarından taviz vermeyen bu zontalar senin de yaşam alanlarına girdiğinde seni savunacak hiçkimseyi bulamayacaksın çünkü sen en başında Mine'yi savunmadın..."

dedim...

İngiltere'de yaşayan bir ağabeyim

(...)
bu zontalar'ı ne yapalim? Fırınlarda yakıp sabun mu yapalım yoksa gecekondularına mı hapsedelim?

(...)

dedi

Ben de ona

(...)
Doğal seçime bıraksak onlar zaten 3-4 nesil sonra yokolup gidecekler ama benim o kadar vaktim yok...Sabun yapmak daha iyi, daha temiz...Rahmetli Hitler bu işe hayatını adadı ama geçenlerde Alman Milli Takımında bir zenciyi gördüğümde "vay be Hitlerin kemikleri sızlamıştır, şimdi" dedim...

Onların nasıl yaşadığı, bana bulaşmadıkları müddetçe, umurum değil. Bir arkadaş da "o zaman git, Caddebostanda savun haklarını, sen gitmezsen onlar gider" dedi, ben de "olur mu canım onların kaybedeceği hiçbişi yok, benimse çok şey...Ben bu işlerle uğraşsın bana temiz, yaşanabilir bir çevre versin diye belediye ve hükümetimi seçmiş, vergimi de veriyor muyum, veriyorum...Gidip çorapları ile denize giren zontayı adam etmeye çalışmak niye benim görevim olsun ki?" diyorum...

Onlar bana bulaşmasın ben de onlara bulaşmayayım...Siz Türkiye'de olmadığınız için belki kapkaç olayları yabancı gelecektir, (belki oralarda da vardır) ama böyle sosyal demokrat soslu hümanist arkadaşlar ilk kap-kaç mütecavizi olduklarında "hepsini asmalı eşoleşeklerin" demiyorlar mı, o zaman bana bıyık altından sırıtmaktan başka seçenek kalmıyor...Sizin için de örneğin metrodaki bombalamalar "e onlar da eğitilmemiş, devlet elini uzatmamış, eşitliği böyle aramak onların da hakkı" diyor musunuz?


(...)

dedim.

Onlar da vergilerini veriyor

deyince de

Vergilerini vermiyorlar, verseler vatandaş olmanın bilincine varırlar...Şehre verdikleri zararın kendi ceplerinden çıktığı bilirler...Bunlar avantacı, anaforcu, otlakçı...Başkalarının emeği üzerinden yaşayan insanlar...Devlet arazisi üzerine derme çatma kaçak ev yapıp, güzel villalara nefretle bakan insanlar...Güzele, iyiye garez giden insanlar...

Masada yemek yerken bir çiçek eklemenin maliyeti yok ama bunlar onu yapmayıp parklardaki çiçekleri, hatta sopa ile, ezen bir güruh. Zeytinin üzerine biraz kekik ve kırmızı biber zeytinyağı eklemenin maliyeti o kadar fazla değil (ki bunlar plajda mangal yaptıklarına göre onu alacak paraları da var) ama kendi yaşamlarını güzelleştirmek yerine benimkinden nefret ediyorlar...Bu sakillik, zevksizlik, görgüsüzlük garip bir şekilde hoşlarına gidiyor.

Bunlar benim kadar çalışmayıp, benim oğluma sağladığım eğitim olanağını isteyen ve alamadığı zaman da fakir edebiyatı, insan hakları edebiyatı yapan bir yığın.

Bugün siz, ben, Kürt-alevi bir arkadaşım sırf okuma zahmetine katlandığımız için babamızdan daha iyi bir hayat yaşıyor isek, onların öyle kalmasının suçlusu biz mi oluyoruz? Hayatımı bir de onları adam etmeye çalışarak mı heba edeyim?

Peki onun oğlu da benimki ile aynı eğitimi alacaksa ben niye çalışıyorum? Siz niye vatanınızı bırakıp İngiltere'lerde çalışmak zahmetine giriyorsunuz? Eğer o avantadan, hakkı olmadığı, bunun için bir çaba göstermediği halde, sizinle aynı haklara sahip olacaksa adalet böyle mi sağlanacak?

Ne yaparlarsa yapsınlar, benim yaşam stilime dokunmasınlar istiyorum. Öteki hayata da, reenkarnasyona da inanamıyorum (belki vardır ama olduğuna dair bir kanıtım yok) bu sebeple bu hayatta en iyisini yaşamak istiyorum. Ne ben biri için fedakarlık yapayım, ne biri benim için fedakarlık yapsın. Onların varlıkları benim yaşamak istediğim hayatı yaşamama engel oluyor, hayatımı zorlaştırıyor, çirkinleştiriyor, yaşanmaz hale getiriyorsa ben onları istemiyorum, onalr da beni istemesin ama benim yaşam alanıma dokunmasınlar...


dedim....Siz de bilin istedim

Ve Mine'nin kıyamet kopartan yazısı

-----------------------------------
Halkımız eğleniyor
Mine G. Kırıkkanat


Dünyayı harmanlayan her Türk, sanırım İstanbul Atatürk Havalimanı'yla gurur duyar. Pek çok Batılı benzerinden bile daha modern bu altyapı, Türkiye'nin 'Arap olmayan' yüzünü ağartmaktadır. Öyle ki, geçen yıl turistik bir Mısır turundan Paris'e dönerken İstanbul'da aktarma yapan bir Fransız arkadaşım, 'Aradaki farkı sana anlatamam,' demişti. 'Kahire havalimanından sonra Atatürk'e inince, hepimiz uygarlığa kavuştuk diye sevindik. Avrupa, Atatürk Havalimanı'nda başlıyor!'
ÖVe bitiyor, sayın seyirciler. Mevsimlerden yaz ve bir pazar günü, Atatürk Havalimanı'ndan Türkiye'ye giriş yapan insan, 'sahil yolu'ndan geçmek gafletine düşerse, ne denizi görür, ne havasını alır, kendisini devasa bir mangalda bulur, pişmese bile tütsülenir. Belediye, halkımıza hizmet yarışında Sahil Yolu'nu bir güzel çimlemiş ve sanırım, üzerinde yürürler, oynarlar ya da en fazla yatarlar, sanmıştır. Çünkü Türk'ün mangal tutkusuna, zaten Belgrad Ormanları, Çamlıca tepeleri ve daha pek çok yeşil alan feda edilmiştir. Buralarda, ağaçlar füme dil, yapraklar dallar közlenmiş patlıcan görünümü arz etmekte, dağları taşları saran kebap dumanı 'Keşke çiğ yeseler' dedirtirken, kesif et kokusu yamyam olmadıklarına hayıflandırmaktadır.

Sahil Yolu'nda ise, kilometrelerce uzunluktaki çim alan kenarından geçen arabalardaki seyircilerin görüş zaviyesinde olduğundan, manzara da mangal düzeyindedir : Don paça soyunmuş adamlar geviş getirerek yatarken, siyah çarşaflı ya da türbanlı, istisnasız hepsi tesettürlü kadınlar mangal yellemekte, çay demlemekte ve ayaklarında ve salıncakta bebe sallamaktadırlar. Her 10 metrekarede, bu manzara tekrarlanmakta, kara halkımız kıçını döndüğü deniz kenarında mutlaka et pişirip yemektedir. Aralarında, mangalında balık pişiren tek bir aileye rastlayamazsınız. Belki balık sevseler, pişirmeyi bilseler, kirli beyaz atletleri ve paçalı donlarıyla yatmazlar, hart hart kaşınmazlar, geviş getirip geğirmezler, zaten bu kadar kalın, bu kadar kısa bacaklı, bu kadar uzun kollu ve kıllarla kaplı da olmazlardı!
Atatürk Havalimanı'ndan sonra, mevsimlerden yaz ve pazar günleri, Sahil Yolu'nda Arabistan bile değil, Etiyopya'nın ete doymuş hali, 'Etobur İslamistan' başlıyor, sayın okurlar. İstanbul olmayan ne varsa, İstanbullu olmayan kim varsa orada: Son beş yılda 4.5 milyon artıp, 3 milyonu İstanbul'a akan nüfusun güruhu çimde etleniyor pazar günleri.

Tabii ki onların da eğlenmeye, dinlenmeye hakları var. Ama burada mı, böyle mi ?
Halkımıza hizmet yarışındaki belediye, İstanbul'un Anadolu yakasında, Şaşkınbakkal'dan Fenerbahçe'ye uzanan bir kumsal şeridi yarattı bu yıl. Maksat, Caddebostan'ın nostaljik plaj kültürünü canlandırmak, hatta yayıp uzatmak. Sonuç gerçekten güzel oldu : Yeşil alanından kumsalına, şezlonglarından şemsiyelerine Cote d'Azur'u andıran bir düzenleme yapıldı. Zaten sonuç güzel olduğu için başarısı paylaşılamıyor, Kadıköy Belediyesi ben yaptım diyor, İstanbul Büyük Şehir hayır, ben yaptım. Her neyse, açılışı Kadıköy Belediye Başkanı Selami Öztürk, mankenler eşliğinde denize girerek yaptı. Ne var ki 1930'ların Caddebostan plajı modernitesini akla getiren açılıştan yalnızca bir gün sonra, 2005'in realitesi teslim aldı kumsalı, yeşil alanı ve sunulan tüm hizmetleri : Ümraniye plaja indi. Bırakın mayoyla denize girmek, sahilde laf atılmadan yürümek imkânsızlaştı. Tesettür anaları kumsalda mangal yeller, babaları don paça yatarken, irili ufaklı danaları da pamukludan dalgıç tulumlarıyla suda cıp cıp yapıyorlardı. Açılışın ertesi günü konulan mangal yasağı bir işe yaramadı, yalnızca iki gün sonra oturulsun diye halkımızın hizmetine sunulan tahta banklar, parçalanıp yakılmış, daha doğrusu mangala odun yapılmıştı. Şimdi bu sahillerde sabah yürüyüşleri yapan 'creme de la creme' Kadıköylüler, İslamistan varoşlarının işgal ettiği denizlerine ve kumsallarına bakıyor, lanet yağdırıyorlar halkımıza 1 milyon karşılığında plaj hizmeti sunan belediyelere. Ben de kendilerine sormak isterdim : Neredeydiniz o varoşlar oluşurken, hangi partiye girip kaliteli sesinizi, dünya görüşünüzü duyurmaya çalıştınız, ne kadar ilgilendiniz politikayla? Gecekondular denize inmez, eşkiya sizin yolunuzu DA kesmez mi sandınız?